Latife Tekin, Kayseri'de küçük bir köyde o mistik denilebilecek ölçüdeki zihin dünyasını şekillendiren ilk dokuz yılı geçirmiş, ileride bu köyden daha küçük odalara kapanıp romanlarını yazmak için uğraş vereceği fikirlerin temelini atmıştı. Liseden sonra İstanbul Telefon Başmüdürlüğü'nde çalıştı. Bundan sonraki dönemde Latife Tekin, bulunduğu zaman diliminden daha önce yollarının kesişmediği edebiyata adım atacaktı.


Sevgili Arsız Ölüm, altı aydan sonra gelen ilk metinden sonra üzerine yoğunlaşıp bitirdiği ilk romanıydı. Birden ulusal ve uluslararası basında ve edebi ortamlarda ismi anılır olmuştu. Onu kabullenmeye çalışanlarla, Orhan Kemal gibilerinin izini sürdüğünü düşünenler arasındaki ihtilaf dosdoğru Latife Tekin'in poetikasına ulaşmıyordu. Çünkü kişiliğinin bir yerde poetikasına etki ettiği, tamamıyla sardığı ya da eleştirilerin önünde bir engel olduğu kanısına ulaşmak kolay değildi.


"Masumiyetimi kaybetmeseydim yazamazdım." diyordu Latife Tekin. Gerçek dünyanın azametli sillesine karşı hep bir eksikliği doldurmanın, içindeki yalnızlığı sindirmenin peşindeydi. Yoksulluğun, kenar mahallelerin, fabrikaların içten dışa açılan bir penceresiydi yazdıkları. Ölümün, ormanın dışına çıkınca yok olduğu; masumiyetin kaybedildiği bir şehrin yoksulları, sakinleriydi bunlar.


Yazdıkları zamanın Türkiye'sinde olağan olmama, garipsenme gibi ithamlarla tenkit edilmiş olsa da anlatmak istediklerini tıpkı kendi insanı gibi gizlere bürüyerek, büyüleyerek anlatmıştı.


1984'de Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğinde beyaz perdeye aktarılan ve senaryosunu Latife Tekin’in yazdığı Bir Yudum Sevgi adlı film, 1984’te Antalya Film Festivali’nde Altın Portakal, 1986’da Uluslararası İstanbul Sinema Günleri’nde En İyi Film ödülünü almıştı.

 

Dirmit, Sevgili Arsız Ölüm’ün üzerinden otuz yedi yıl geçmesine rağmen halen Dirmit. O hiç büyümedi, yaşlanmadı, her daim şiirler yazdı, kimileri bu şiirleri okudu. Okumayanlar da denizden dinledi şiirleri. Geleceğin okurları, Dirmit ile Atiye’nin telaşlı atışmalarını yine aynı hazla okuyacak. Atiye, sürekli kızından şiir yazmamasını, ona bir hal olmamasını isteyecek. Dirmit duracak mı? O da diretecek ve şehirlere uzanan mektuplar yazacak. 


Kısacık bir romanın uzun şiiri olarak tanımladığı Gece Dersleri ve Sevgili Arsız Ölüm’ü yazmadan önce Latife Tekin, kendi içinde kaybetmek istemediği bazı şeylerin olduğunu ve bunlara direnmek için yazdığını söylüyor. Gövdesinden geçen ateş, onu On İki Eylül sonrası içe kapanışa, kendi deyimiyle “yabanıllığa” iteklemişti. Bu yabanıl dönemler hayatında önemli yer oynadı. Onun; gecekondunun, göçün bireylerin ve ailenin üzerindeki etkilerinde bu dönemler ve yaşadığı, tecrübe ettiği gerçeklikleri vardı. Kayseri’den İstanbul'a göç ettikleri zaman, hayatındaki kavramlar ve kültür çatışmaya girmişti. Bir yanda geleneklerin göreneklerin, inlerin cinlerin, gerçek dünyayla iç içe geçmiş masalların bulunduğu, altmışların bir Anadolu köyü varken diğer yanda bugünkü kadar olmasa da kalabalık kadim bir İstanbul yer alıyordu. Bu kozmopolit şehirde kalabalık yoksul bir ailenin küçük kızı olmak ve büyük bir göçten sonra olanlara ayak uydurmak, bu küçük kızın hayata karşı duruşunu belirleyecekti.


Onu yazmaya iten şeyin peşinden gidip ilk kitabını yazdığında akademisyenler Latin Amerika edebiyatında ortaya çıkan “Büyülü Gerçekçilik” akımına kitabı dâhil etti. Bu sınırlayış yetersiz kaldığında “Büyülü-gerçeküstücülük” akımı söylenildi. Latife Tekin, Akademi ve Edebiyat yaratımının birbiriyle olan ilişkisinde akademinin bu yaratımı sınırlayabileceğini söyleyerek kitaplarında olan bitenin elindeki malzemelerden oluştuğunu söylüyor. Bir yazar o işin tekniğini öğrendiği zaman roman yazmış olmaz veya buna yeltendiğinde ortaya bir eser koyamaz. Çünkü bir yazar “Ben büyülü gerçekçi bir roman yazacağım.” diyerek eline kalemi almaz. Bu adlandırmalar sonradan olur.


Latife Tekin, büyülü gerçekçiliği yaşadıklarıyla ve yaşadığını anımsayamadıklarıyla ördüğünde bilinçten öte bilinç dışının bilinçle birlikte, hayatın her anında bizimle olduğunu vurguluyor. Sabah uyandığımızda kendimizi uzun süre algılayamayışımızı da buna bağlıyor. Kendimizle karşılaşmamız bizim gerçekliğin içerisinde algıladığımız diğer tarafımızı unutmamıza yardımcı oluyor.


Latife Tekin, her şeyiyle imgenin insanın hayatındaki yerine değiniyor. Elindeki malzemelerle anlattıkları bugün hala okunmaya ve yeniden kavranmaya devam ediyor.


Berci Kristin Çöp Masalları’ndan Aşk İşaretleri’ne değin kendi üslubunu sürekli sınırlandırılamayan özgünlüğe dönüştürüyor. Bir yoksul gözüyle baktığı hayatında türlü maddi sıkıntılardan geçip tıpkı Dirmit gibi masallarla birlikte yaşamını sürdürüyor. Kendisine sorulduğunda o ne büyülü ne de gerçekçidir. Hayatın gecekondulu yoksulluğundan edebiyata kopup gelen bir yazar, imgenin hayatın her anında olduğunu düşünen bir düşünür, fabrikalarda yaşayıp oradaki insanların hayatını öğrenen bir sosyolog olabilirdi. Fakat o her şeyden önce kendisi ve tek başına Latife Tekin.