Yirminci yüzyıl filozoflarını genel ortak bir noktada toplayacaksak sorun, insanın anlam verme sorunu, bu anlam sorunu özellikle üç boyutta karşımıza çıkıyor. Birincisi, kendi var oluşumuza ilişkin anlam problemidir. Yani varlığının biyolojik tarihsel, kültürel ve sosyolojik temelleri nelerdir? İkincisi, özellikle var oluşun hem içine doğulan kültür doğası hem de var olan doğa ile ilişkisi nasıl olacak ve doğa nasıl anlamlandırılacak? Bu anlamlandırma sürecinde temel enstrümanlar neler olacak? Üçüncü soru ise özellikle Tanrı ile ilişkili bir sorudur. Tanrı'yı referans aldığında insan, kendisini nasıl anlamlandıracak? İnsanın kendisine, çevresine ve Tanrı'ya göre anlam problemi çift yönlü bir problemdir. Karşısında duran bu anlamlandırma problemi felsefe tarihine baktığımızda en kritik noktada bulunmaktadır. Ama anlamlandırma problemi sadece yirminci yüzyıl problemi değildir. Sokrates de bu problemle ilgilenmiştir. Peki, felsefe tarihinde anlam problemi açısından yirminci yüzyılı diğer yüzyıllardan ayıran şey nedir? 

İnsanları farklı anlam arayışlarına sevk eden şeylerin birincisi, özellikle sanayi devrimi ile başlayan üretim süreçleri ile birlikte toplumda yeni sınıfların ortaya çıkması ve ekonomik olarak bir hiyerarşinin oluşmasıdır. İkinci boyutu ise bilimlerin felsefeden ayrışmasıdır. Bu ayrışma felsefedeki soru alanını daha spesifik bir soru alanına yönlendirmiştir. Bu da anlam problemidir. Buradaki anlam problemi ile kastedilen şey bütün bilimleri felsefeden ayrıldıktan sonra ortaya çıkan dil içindeki anlam arayışlarıdır. Yani yirminci yüzyılda da felsefeyi bir dil çözümlemesine dönüştüren yaklaşımla karşı karşıyayız. Bu işin bir kısmıdır. 

İnsan beden ve zihin olarak iki ayrı kategoriden meydana gelmektedir. Bu bize "Kartezyen Özne" anlayışını hatırlatmaktadır. Yani ikili özne anlayışını hatırlatıyor. Descartes şunu belirliyor: yer kaplayan ve düşünen özneyi belirliyor.

Yirminci yüzyıla geldiğimizde insan bu iki yapıyı bir arada tutabilir mi? Yani insanı hem yer kaplayan hem de düşünen, özne kılan, ortak bir yapı var mıdır? İnsanın düşünen özelliği yer kaplayan özelliğine indirgenebilir mi?

Anlam arayışı sadece insanın kendinden hareketle karşısında duran bir sorun değil aynı zamanda doğayla gerçeklikle kurduğu ilişkide de ortaya çıkan bir problem. Artık yirminci yüzyıl filozofları için karşılarında duran, değişmeyen sabit mekanik bir doğa anlayışı yok. Özneye de içkin olduğu, dinamik, değişken zaman ve mekân algısına göre dönüşebilen bir gerçeklik algısı var. Burada fenomenoloji üzerinden algılanan gerçekliğin ne olduğu sorusunu gündeme geliyor ve soru ikinci bir boyut kazanıyor.

Yirminci yüzyıl felsefesinin temel özeliklerinden bir tanesi öznel olmasıdır. Yirminci yüzyılda felsefe sorularını konuşurken dikkate almamız gereken şey referans noktalarıdır. Tek bir özgürlük, tek bir anlam arayışı, tek bir gerçeklik tanımı, yirminci yüzyıl felsefelerinin naksettiği şeylerdir. Artık farklı gerçeklikler, farklı özgürlükler söz konusudur. Bu özellikle 1900'lerin başında çokça dile getirilen kültürel çoğulculukla da ilişkilidir. Yirminci yüzyıl felsefesi klasik felsefe anlayışından ayrışmaya başlar. Klasik felsefe anlayışının temel argümanlarına baktığımızda ontolojide epistemolojide ve aksiyolojide tek gerçeği görürüz. Bir gerçeklik tanımı var, o gerçekliğe ilişkin bir bilme tanımı var ve o bilmeye ilişkin bir eyleme tanımları var. Ama yirminci yüzyıl felsefesi açısından baktığımızda tek bir ontolojiden değil ontolojilerden, epistemolojilerden bahsediyoruz. Yani çoğaltıyoruz ve bu çoğalma yirminci yüzyıl filozofları tarafından daha çok kültürel ve toplumsal temelde yapıyorlar. Dolayısıyla felsefe Aristocu, Platoncu ya da Descartes’ci Kant’çı felsefenin dışında daha çok söyleme ilişkin bir felsefeye dönüşüyor ve daha çok sosyolojiye, edebiyata yaklaşıyor. Yirminci yüzyıl filozof metinlerine baktığımızda hepsinin edebi tarafları var. Artık Aristoteles açısından baktığımızda olumsuz anlamda söyleyebileceğimiz bir durum var ki o da şudur:

Yirminci yüzyılda laboratuvar felsefesi yok. Anglosakson çizgi Aristoteles’ i dönüştürse de yirminci yüzyıl açısından daha geri planda kalan bir felsefedir. Bütün bu sorunlar çerçevesinde bu dönem insanın anlam problemini ve insan beden ilişkisini hem yapısalcılık açısından hem varoluşçuluk açısından hem de edebiyat açısından nasıl ele alındığını belirlemek zor olmayacaktır.