Eğer etrafımızda kol gezip her şeye karışan bu uyumsuzun hakimiyetini fark ettiysek dünyevi çaba ve amaçlara karşı bir heves ve merak beslememiz saçma değil midir? Dahası bu çabayı ve gerektireceği motivasyonu nasıl sağlayacağımız uyumsuz kavramıyla yüzleşmiş biri için hep bir soru işaretidir. Bu hayatın anlamı sorunsalına verilecek cevaptaki ana yolun uyumsuzdan geçtiğini söyler Camus. Fakat iş en zor kısma yani uyumsuzu aşmaya geldiğinde uyumsuz buna karşı bir cevap üretemez. Çünkü buna uygun bir kavram değildir bir kere. Kendinden sonrasına karşı seni cevapsız ve çıplak bırakır, oldukça kayıtsızdır. Kaldı ki uyumsuz aşılacak bir kavram da değildir, kabullenilmesi gerekir. Bir kere yüzleşildikten sonra ya eski yaşamına ve zincirlerine geri dönersin ya da onunla yoluna devam etmeye mahkumsundur, öyle de uyumsuz bir şeydir. Daha iyi anlaşılması için bu yazıda çokça alıntı yapıp irdeleyeceğim Matrix serisini ele alalım. Filmden Cypher'ı hatırlıyor musunuz? Bu karakter içinde bulunduğu Matrix'ten bağımsız olan gerçek dünyanın sert ve acımasızlığının nedenini sorgular, bu dünyanın Matrix'in sağladığı zevk ve tatmini sağlamadığını fark eder ve bu gereksiz acıyla dolu yaşam yerine eski yaşamını geri ister. Suni bir mutluluk dahi olsa gerçek dünyada çektiği acının anlamsızlığından daha iyi hissettireceğini düşünür ve Ajan Smith ile Matrix'e geri dönmek için bir anlaşma yapar. Yaptığı konuşmada bir ecnebi atasözü olan "Ignorance is bliss" der ve zaten konuşma çoğunlukla bu kavram üzerinden ilerler. Aslında bu sözün alt metni "Keşke mavi hapı seçseydim. Morpheus bana sadece gerçeği vaad ettiğini söylemişti, gerçeği gördüm de ne oldu? Koca bir umutsuzluk ve hayal kırıklığı."dır. Bunun akabininde ise Matrix'e geri dönmek için yıllardır beraber olduğu dostlarına ve ekibine ihanet bile eder çünkü bu yükü yaşamanın oldukça saçma olduğunu fark etmiştir. Eskiden kırmızı hapı seçip gerçekleri görmek isteyen Cypher şimdi Matrix'teki herkes gibi gerçeklerin farkında olmadan yaşamayı kendi iradesiyle istemektedir. Evet, Aristoteles "İnsan doğal olarak bilmek ister." der. Fakat postmodern dünyada insan bilgiyle lanetlenmiş bir canlıdır, bunu kaldırmak ise istençten çok irade gerektirir.

 

Evet, yazının edebi kısmını hallettiğime göre artık daha argümantatif ve eleştirel kısmına geçebilirim. Ulan Camus bile uyumsuzu bu kadar ağırlaştırıp betimlemedi be(aslında betimledi). Tabii bi' de herkesin okuduğu şeyden kendine kazandırdığı anlam başka olduğu için temelde benzeseler bile benim anladığım uyumsuz başka, Camus'nün anlattığı uyumsuz başka oluyor. Yeri gelmişken uyarayım, bu yazıda hiç kimseye “doğru” bir bilgi ya da bir reçeteyi vaat etmiyorum. Zaten çoğu deneme yazısında kimse okuyucuya bir reçete vermez, sonuç yine okuyan kişide ve onun anlayıp uygulama kapasitesinde biter. Aksi takdirde herkes böyle sıkıcı sıkıcı aynı şeyleri konuşup dururdu. Neyse, benim asıl bahsettiğim konu nihilist/seküler ahlakın hayatın anlamını tam anlamıyla asla temellendiremiyor oluşu (daha doğrusu anlamın objektif olarak temellendirilememesi), bu benim çok sinirimi bozuyor. Hatta şu an hepimiz bu olayın benim sinirimi bozması yüzünden bu yazıda toplandık. Yazının başında uyumsuz kavramından bahsetmem ise Camus'nün (kendisinin varoluşçu olmadığını söylemesine rağmen) bence varoluşçular arasındaki en dengeli ussal yol ile yaşamı anlamlandırmaya çalışan düşünür olması. Cidden kendisi özellikle bu konuda çok takdir ettiğim ve büyük ölçüde de katıldığım bir filozof (kendisinin filozof olmadığını söylemesine rağmen). Sisifos Söyleni'ni okurken resmen gözlerim faltaşı gibi açılmış bir biçimde okuyordum, böyle bildiğin başımı falan sallıyordum adam karşımda benimle konuşuyormuş gibi. Çünkü öyle bir konuşuyor ki, evet ya ben de tam böyle düşünüyordum falan diyorsun içinden. İşte tam da böyle büyük bir heyecanla okurken kitabın o malum bölümüne geldim, aslında ustan temelde koptuğu ama bir ussallık kisvesi yaratıp yeni bir kavram ortaya koyduğu o bölüm. O kadar eleştirdiği varoluşçular gibi kendisi de hayatın anlamını böyle retorik konuşmalar ve benzetmelerle kendince bir şey belirliyor, adına ise "Başkaldırı Felsefesi" diyor. Her ne kadar Camus varoluşçu felsefe geleneği içinde anılsa da Sisifos Söyleni temelde varoluşçuluğun bir eleştirisidir. Kitapta da bahsedildiği gibi Camus'nün varoluşçularda (Kierkegaard, Heidegger vb.) gözlemlediği çelişki bu filozofların yaşamın anlamsızlığını gidermek için aşkın olana ve hatta tanrı kavramına sığınmaları. Çünkü aynı anda hem yaşamın uyumsuzluğunu onaylayıp hem de bu uyumsuzluğa bir çözüm bulma arayışı içinde olmak saçmadır. İşte başkaldırı felsefesi yüzünden aynı eleştiriyi biz de Camus'ye yönlendirebiliriz.


Yaşamın uyumsuzluğunu onaylayan biri neden hayatta çabalar, neden bu dala tutunmayı bırak sımsıkı sarılır? Neden uydurma olduğunu bildiğimiz halde bu saçma dünya üzerindeki normlar, kurallar ve duygulardan şaşmayız? Bu soruları sorarkenki cesaretimi biraz da Camus'nün kendisinin de başkaldırının saçma bir uğraş olduğunu içten içe kabul etmesinden alıyorum, bunu "Başkaldırı umutsuz bir çaba dahi olsa kan pompalar." sözlerinden anlayabiliriz. Belki biraz da onun açısından bakmalıyız ve her şeye benim getirdiğim eleştiri gibi materyalistçe yaklaşmamalıyız. Kitabı okurken hep kendime sorduğum soru "Neden intihar bir başkaldırı değilken hayata devam edip aynı taşı sonunda bir yere varmayacağını bile bile taşımak başkaldırı oluyor?"du. Çünkü bu hareket temelinde insanın özgürlüğünü yüceltir ve bir bakıma yaşamın anlamsızlığına karşı insanın kendi değerlerini korumaya çalışmasıdır. Kısacası bir "çalışma"dır, tabii aynı zamanda ise bir seçimdir de. Seçimler bizi biz yapan şeylerdir, insanların kendinde gördüğü belki de en güçlü özelliktir. Fatalist bakış açısına sahip olduğunu sandığımız dinlerde bile seçimler bir aldanmaca değildir. Çoğu din insanın iradesini, seçimlerini yüceltir ve kişiye kendinden mesul olma sorumluluğunu yükler. Tabii bunun yerine determinizm ilkeleriyle hareket etmeyi de seçebiliriz, tamamen size kalmış. İşte o zaman seçimler illüzyondan başka bir şey olamaz, her şey determinist bir düzlemde ilerliyorsa ve önceden belirlenilmişse sonuç zaten hep en başından bellidir. Basit bir kart oyunu alegorisi bunu anlamamıza daha da yardımcı olabilir. Bir kart oyunu düşünün, yine bir ecnebi kart oyunu olan Candy Land oyununu ele alalım. Aslında bir çocuk oyunu olmasına rağmen biraz üstüne düşünülürse determinizm ve özgür irade konusunda çok anlam taşıyan bir oyun; anlaması zor değil, sadece dikkatli okuyun. Kuralları şöyle, oyuncular oyun boyunca farklı renkli karelerden oluşan bir patikada karelerin üzerinden ilerleyerek oyunu bitirmeyi amaçlar. Patikanın üzerindeki renklerle aynı renkte olan kartları sıra sıra çekerek bir sonraki ilerlemesinin hangi renge olacağını belirler ve bu sayede patikada ilerlerler. Burada dikkat çekilen yer aslında kartların karılıp dağıtıldığı andan itibaren oyunun kazananının belli olduğu. Çünkü artık oyunculara kalan tek iş kartları sıra sıra oynayıp önceden kazananın belirlenmiş olduğu ama haberimizin olmadığı bu oyunu oynamak. Bu daha çok deterministler ve özgür iradeyi reddedenler tarafından kabul gören bir argümandır (Temelinde bence zayıf bir argüman bu arada, zaten bunu da çoğu determinist de bunu sağlam bir argüman olarak kabul etmez. Yalnızca iyi bir açı sunduğu ve konuyu ele alış biçimi hoşuma gittiği için bu örneği verdim.) Bunu biraz düşünmenizi istiyorum çünkü sonrasında oyunu konuşmaya devam edeceğiz. Şimdi Matrix'e dönecek olursak filmde yeraltı tanrısını temsil ettiği söylenen Merovingian ile Morpheus arasında tam da konumuzla alakalı bir diyalog geçer.

 

Merovingian:"Dinleyin; bir tek değişmez var, tek bir evrensel doğru var: Sonuç, hareket, tepki, neden ve sonuç."

 

Morpheus:"Her şey seçimle başlar."

 

Merovingian:"Hayır, yanlış. Seçim, güçlülerle güçsüzler arasında yaratılmış bir illüzyondur sadece."

 

 Yine de insanı yücelten ve farklılaştıran yegane şeyin us ve seçimlerimiz (dolayısıyla özgürlüğümüz) olduğunu düşünür Camus. Dediğim gibi, insanı özel kılan budur çünkü. Candy Land oyununu hatırlıyor musunuz? Kartları dağıtmayı bırakın oyun sadece var olduğundan beri kimin kazanacağı belliymiş gibi gözüküyor. Evet, oyun öylece var oluyor ve kurallarına göre kimin kazanacağı belirleniyor olabilir, fakat tek bir değişkeni unutuyoruz. Bu hesabı yaparken oyunu oynayacak kişiyi yani "insan"ı denklemin dışında tutuyoruz. Bir düşünün, oyuncumuz oyunun kurallarına uymak zorunda mı? Tabii ki de hayır. Oyuncu kırmızı kart çekip bir sonraki mavi kareye gidebilir ya da karakterini direkt oyunun sonuna da taşıyabilir. İnsanın tamamen kurallara uygun hareket eden ve kendi kararlarının bir etkisi yokmuş gibi tasarlanması insanın özgürlüğünü hiçe saymak olur. Oyuncu isterse diğer oyuncuyu silahıyla vurup hükmen galip de gelebilir, bunlar tamamen kişinin iradesinde biten şeyler. Tabii şu an baktığımız açı bile halen çok dar ve yüzeysel. Bu olayların özgür irademizle gerçekleşmesi bir aldanma da olabilir, daha ilahi bir güç bütün bu yaşananları bir özgürlük kisvesi altında bize sunuyor da olabilir. Hatta bırakın ilahi gücü yalnızca sosyal ve kültürel olarak etkilenmelerimiz bile bütün bu kurguyu kendi başına oluşturuyor olabilir, bunu asla bilemeyiz. Özgür irade tartışmaları çoğu tartışma gibi tanımda başlamalıdır, önce bu konusu geçen özgürlüğün sınırları belirlenmeli. Tamamen her seçimimizde özgür olmadığımız aşikar, ama bazı durumlar (bütün bu olasılıklar çemberindeki küçük bölge) kendi irademiz ve seçimlerimizle değiştirebileceğimiz olgulardır ve bunları yüceltmeliyizdir de. İşte tam olarak Sisifos'un yaptığı şey budur. Bu uyumsuzun içinde kendi değerlerimizi yüceltmek. Seçimlerimiz deterministik düzlemde farklı etkenler tarafından oluşturuluyor olsa bile bu neyi neyi değişirir ki? Biliyorum. Evet; çok anlamsız, bir o kadar da uyumsuz. Belki de sırf bu yüzden başkaldırmalıyız, belki de bu anlamsızlık bizi vazgeçmeye değil başkaldırıya itmeli. Bir uydurmaca ya da illüzyon olup olmadığının ne önemi var ki? Şimdi kafamızı toparlayıp, bütün bu düşünce kargaşasını sindirip son kez Matrix'e dönecek olursak... Neo ve Ajan Smith'in son kavga sahnesini hatırlıyor musunuz? Evet, mükemmel bir sahneydi; hatta benin serinin en sevdiğim filminin en sevdiğim sahnesi. Neo'nun Smith'in onu defalarca alt etmesinin ardından zorla ayağa kalkmaya çalıştığı o anı hatırlayın.

 

A. Smith:

"Neden, Bay Anderson, neden? Neden, neden, neden? Bunu neden yapıyorsun? Niye? Ayağa kalkmak niye? Kavga etmek niye? İnandığın şeyler için kavga ettiğini mi sanıyorsun? Sağ kalmadan öte bir şeyler için mi? Bana söyleyebilir misin, biliyor musun? Özgürlük mü? Gerçek mi? Belki de barış ya da sevgi olabilir mi? Yanılsamalar, Bay Anderson, algılamada aldanmalar… Herhangi bir anlama ya da amacı olmayan bir varoluşu ümitsizce haklı göstermeye uğraşan zayıf insan zekâsının ürettiği geçici kuruntular ve bunların hepsi de Matrix kadar yapay. Zaten, sevgi gibi zavallı bir kavramı ancak insan zekâsı icat edebilirdi. Bunu görebilirsin Bay Anderson, artık bunu anlaman gerek! Kazanamazsın! Kavga etmen boşuna! Neden, Bay Anderson, neden? Niye inat ediyorsun?"

 

(Neo ayağa kalkar)








"Çünkü bu benim seçimim."