Haftalardır kaçmakta olan Gregory kavak ağacına yaslandı. Kasabanın kuzeyindeki bu kavak ormanı, Eski Savaş sırasında esir askerlerin asıldığı gökyüzü mezarlığına dönmüştü. Yorgun ve zayıf düşmüş Gregory, kollarındaki daha da belirginleşen damarlara baktı. Sağ iç cebinde taşıdığı mektubu tekrar çıkardı ve okumaya başladı.


" Sevgili Gregory,


Sen savaştayken çok düşündüm; son iki ayımın neredeyse her gecesi, uykusuz bir halde geleceğimizin akıbetini tasarlamaktan delirme aşamasına geldim. Sana olan aşkımın bittiğini anladım. O sık gittiğimiz ve senin koşan köpekleri gördükçe mutlu olduğun parkta, çimlerde tek başıma oturmuş bir halde yazıyorum bu mektubu sana.


Seninle bir gelecek göremiyorum ne yazık ki. Benim için verilmesi zor bir karar oldu bu ve isterdim ki bunları yazıyla değil de gözünün içine bakarak söyleyeyim. Ama şartlar bunu gerektirdi, bağışla.


Seni hayatımdan çıkararak ben de birçok şeyden vazgeçiyorum aslında. Beni en zorlayan şey seni tekrar görebilme ihtimalimin olması. Belki doğup büyüdüğüm bu kasabadan giderim. Çok üzgünüm Gregory, seni de üzdüğümü biliyorum.


Keşke böyle olmasaydı...

Keşke savaştan dönmesen... "


Bu kuru dille yazılmış mektubu tekrar cebine koydu. İlk okuduğu anı hatırladı, "Geride bırakılmış yollar gibiyim" diye mırıldanmıştı ilk okuduğunda. Kavaklara baktı tekrar. Vazgeçtikçe şekilleniyor insan, diye düşündü. Ne çok asker ölüsü yüzüyordu başının üstünde. Onların da telaşları içinde kalmıştı ölürken. "En azından" dedi, gerisini getirmedi.


Uzun uzun seyretti kavakları.

Duyulabilecek şekilde sevmediği bir şarkıyı mırıldandı.


...


Kendi elleriyle öğüttüğü kahvesini içmekteydi Gregory. Genelde olduğu gibi sakin ve düşünceli bir hali vardı yine. Artık kitaplığına sığmayan ve odanın bir köşesine saçılmış kitap yığınının içinden yıpranmış bir defter buldu. Kahvesini yere koyup zemine oturdu. "Zamanında bir gezginden duyduğum şiiri yazmıştım buraya, sana okumak istiyorum" deyip defteri kurcalamaya başladı.


" Suyun telaşından habersiz bir taş,

işte şimdi tam da dipte

zihnim bulanıyor, anlatma bana durgun suyu

uzun parmaklarını geçirip aklıma kırık gramafon için üzme beni

ne zamandır bir karınca ordusu gibi gözlerim, dökülür uyumadığımda

kesik ağaç gövdelerini anlat bana

nasıl oluyor da devrilmiyorlar toprağa

senden geçtiğim her an'ın görkemi işte bu yıkılanlar

suda taş

bulanık zihin

karınca ordusu


bildiğim o günler yok şimdi

inatla evrim geçiriyor bilemediklerim

seni de bilememek varmış demek

bulamamak sesini kuytuda

et bu acıyor

ruhta bir mühür artık

benim yurdum sendin, kapanıp yeri öptüğüm

acıyan et

mühürlü ruh

kuytuda ses


dökülür bu yaprak sonuçta

ağacın da kırılır umudu

dallar çatırdıyor içimde

rüzgar fazlası uğulduyor ummadığım tenlerde

sabah bu zorla geliyor


ummadığım tenler


dürtme zihnimi, pencere kapalı şimdi"


Kahvesi bitmişti Gregory'nin. Gözlerini bana dikti. "Yapamadıkların asıl pişmanlıklarındır sevgili dostum Mişkin," dedi. "Yüreğinin yüküdür onlar, evinin soğuğudur; yalnız yastıktır yatağındaki, bitmiş parfüm şişesidir banyondaki rafta duran, olmasa da olur artık denen bir cekettir yeşil ve deri, dolabında sessizce bekleyen ve ne beklediğini bilmeyen... Yapamadıklarını unutma Mişkin, geceleri en çok onlar konuşacak seninle."


Kendine yeni bir kahve doldurdu, tekrar kitap yığınına oturdu. Sonra sırtüstü uzandı kitapların üstüne, tavan tahtalarının arasındaki çatlaklara bakar gibiydi.


Artık akşam oluyor, gezginin söylediği gibi bazı sabahlar zorla geliyor.