Bir Ankara evinde, sen ve ben.

Nemli duvarlar nefes alıyordu, ikimizin aksine. Yalnızlık, sessiz bir misafir gibi aramıza çökmüş, konuşmuyordu; lâkin her şeyi bölüyordu. Sözlerim sigaranın dumanına karıştı, o dumanın gri sisinde süzüldü. Kelimelerim sana ulaştı mı, bilmiyorum. Belki o dumanın içinde kayboldu. Oldu ki sen, dinlemekten çoktan vazgeçmiştin.


Sen başını çevirdin.

Yalnızca kusurlarla dolu, o beyaz duvara baktın. Aynı duvar, hiçbir şey anlatmayan yüzüyle, ikimizin arasında doldurmayı beceremediğim boşluğu yansıtıyordu. Benim içimden geçen kelimelerse bir fırtına gibi dönüp duruyordu. Sigaranın fitiliyle oynayan ince parmaklarına baktım. Küçük ellerinden uzanan, dallara dönüşmüş beş ince çizgiden ikisiydi.

“Ellerin vücudumda daha güzel duruyor,” dedim mi? Yoksa bu asla dışarı çıkmayan bir cümle miydi? Bilemedim.


Ama bildiğim bir şey vardı:

Seni özlemediğimi söylemek bir yalandı. Bu yalan, sessizlikte yankılanan her nefesimde, ağzımdan çıkmayan her kelimede gizlenmişti. Ve artık af dilenmek için gecikmiştim. Ama hangi sözüm için dilenecektim ki? Seni göresim geldiğinde, yanında olmak adına söylediklerim için mi? Yoksa bana acımayasın diye sustuklarım için mi?


Gözlerin beni bulmadı.

Sigaramızdan yükselen duman, aramızdaki uçurumu daha da belirgin hale getirdi; uzanmayı bile gereksiz kılan bir duvar örmüştü aramıza.

Bir adım atabilirdim. (ama

Elimi uzatabilirdim. yapamadım)

Yapmadım çünkü o görünmez sınırı görebiliyordum;

sırça hatırının etrafında dolaşan, dokunmayı yasaklayan o sınırı. Kelimelerimi boğuyor, adımlarımı yere mıhlıyordu. Sense karşımda durmuş, sana güzel bir şey söylememi istiyordun; cesaretim varsa şayet.

Cesaret… tek başına bir maskeden başka neydi ki? Korkunun yüzünü örtmekten başka işe yaramayan, kırılgan bir maskeden başka.

Ve korkuyla kelimelerim havada dondu; sen son sigaranı söndürürken.

Ayağa kalktın, hiçbir şey söylemeden kapıyı açtın ve gittin. Kapının kapanışı, odanın içinde bir şeyin kapanışı gibiydi. O yüzsüz duvarlar,

      ‎ ‎‎  ‎  ‎ ‎ ‎ ‎ ‎ ‎  ‎ ‎ ‎ ‎ ‎ ‎‎‎  ‎ ‎ ‎ ‎ ‎‎  ‎ ‎ ‎ ‎ ‎ ‎  ‎ ‎‎‎bir safhanın 

duymak istemediğim derin bir sessizlik yankıladı. Sigaramın son dumanı havaya yükselirken, Ankara’nın karanlık gecesi pencerenin ardından odaya süzüldü. Sokak lambasının titrek ışığı duvarda eğreti bir karaltı yarattı. Geçmişimin ince bir iz düşümü olan bir gölge; kimdim…

kimdim ve kim olmaya çalışıyordum?

Yalnızlığımın haritasını çizen bir çizgi gibiydi,

ben olan gölge.


Belli ki yalnız kalmam gerekiyordu.

Belki hep yalnız kalacaktım.


Bir Ankara evinde,

sırça hatırından bana kalan tek şey

[iki köşeli paranteze sığdırabildiğim bir boşluk]

sonsuz bir hatıra yankısı,

içimde çınlamaya devam eden.