Hızlı hızlı alıp verdiğim nefesler koyu kırmızı karanlığa karışırken sanki parçalanacakmış gibi sancıyan ciğerlerim koşmama engel oluyordu. Yükselen alevlerin cildimde bıraktığı yakıcı hisle gözlerimi zar zor açıyordum. Arkama baktığım sırada takıldığım dal parçası yeri boylamama sebep oldu. Acıyla dudaklarımdan dökülen inleme sesi ormanda yankılanırken, alevler her bir yanımı sarmaya devam ediyordu ve ben kendimi kapana kısılmış gibi hissediyordum. Karanlığı cehennemin sıcak rengiyle delen alevler daha da yaklaşırken son bir gayret ayaklandım ama ayaklanmamla beraber karşımda dikilen silüetle karşılaşmam bir oldu. Artık sadece koşmuş olmam değil, korkuyu her bir hücremde hissediyor olmam da kalbimin atışlarını hızlandırıyordu. Damarlarımdan akan kan kendisini geri çekerken, kalbim o kadar hızlı atıyordu ki hissettiğim o kalp atışı sesiyle kulaklarımdaki çınlama bir olup kendi aralarında bir senfoni oluşturmuşlardı.


Karşımda duran silüetin bana doğru adım attığını fark ettiğimde elimi kaldırarak “Sen kimsin? Yaklaşma bana.” diye fısıldadım. Sesim o kadar güçsüz çıkmıştı ki beni duyup duymadığına şüphe etmiştim. Yaklaşmaya devam ettiğini gördüğümdeyse duymadığını düşünerek bu sefer daha güçlü bir sesle “Dur, yaklaşma bana!” diye seslendim ama nafile. Emin adımlarla bana doğru ilerlemeye devam ediyordu. Alevlerin gözümü alması sebebiyle kim olduğunu asla seçemiyordum. Sağım, solum, önüm ve arkam. Her tarafım kapanmıştı. Bir ateş çemberi içerisindeydim ve tam da karşımda kim olduğunu bilmediğim, gölgesinden kaynaklı büyükçe olduğunu düşündüğüm biri vardı. Bunun bir rüya olmasını dileyip gözlerimi sıkıca kapattım. Dişlerim benden bağımsız bir şekilde kenetlenmişlerdi birbirlerine ve tabii tırnaklarım… Derime öyle bir geçirmiştim ki onları, korkularıma indirdiğim pençe darbesi olmalarını diledim. Kendimle boğuşurken duyduğum sesle irkildim. “Benden kaçamazsın Hazal.” Bir adım daha yaklaştı. “Ben senim, benden kaçamazsın.” Söylediği sözler aklımı karıştırırken ses tonundaki tanıdıklık karşısında donup kalmıştım. Havadaki boğuk ve yakıcı dumandan çektiğim nefes gideceği yere ulaşamadan yarıda kalmıştı. Gözlerimi hiç ayırmadan ona odaklanmıştım. O yaklaştıkça gölgesi küçülüyordu. Görebileceğim bir mesafeye geldiğindeyse de biraz büyükçe bir kız çocuğu, gözlerindeki acıyla bana bakıyordu. Hiç de yabancı olmayan bu gözler karşısında tek yapabildiğim gözlerimi irice açıp ona bakakalmak olmuştu.


“Sen? Nasıl? Bu, bu imkânsız.” İstemeden kekelemiştim. Karşımdaki gerçekten bendim. Benim benden yaşça küçük halimdi. Ormanın derinliklerinden gelen “Geçmişinden kaçma Hazal, o hep seninle, ondan kaçamazsın.” fısıltıları kendimi kıstırıldığım kapanda zincire vurulmuşum gibi hissetmeme sebep olmuştu. İki elimi de başımın yanına aldım ve var gücümle kulaklarıma baskı yaparak, yalnızca yıldızların göründüğü gökyüzüne baktım.


“Hayır, bu gerçek olamaz. Bunu yaşıyor olamam.” Ortamın sıcaklığına tezat olan buz kesmiş vücudum yaşadığım şoktan dolayı çoktan titremeye başlamıştı. 

“Benden korkma Hazal.” Sesi tekrar duyduğumda artık gerçekten delirdiğimi düşünmeye başladım. “Sus! Sus artık. Sen gerçek değilsin.” Boğazımı yırtan bağırışımın hemen ardından geldiğimin aksi yönüne doğru tekrar koşmaya başladım. Alevlerin tam içine. Korkunun verdiği etkiyle titreyen bacaklarım hızımı azaltsa da tek istediğim bu durumun içinden bir an evvel çıkabilmekti.

 Alevlere doğru koştukça alevler sanki hiç olmamış gibi ortadan kaybolmaya başladı. Beraberinde sıcaklığını ve karanlık havaya bıraktığı aydınlığı da götürdü. Artık karanlığın bürüdüğü ve sadece yıldızların aydınlattığı bir ormanda koşuyordum. Ben koştukça bir gölge benimle beraber koşuyordu. Arkama bile bakmadan kaçarken ormanda yankılanan kahkaha sesleri gözlerimin dolmasına sebep olmuştu. Gözlerim doldukça görüşüm bulanıklaşıyordu, görüşüm bulanıklaştıkça etraf daha da karmaşıklaşıyordu. Kolumun tersiyle gözyaşlarımın akmasına izin vermeden sildim ve koşmaya devam ettim. Kısa bir süre sonra yüzüme vuran rahatsız edici ışıkla yavaşladım ama durmadım, duramazdım. Temkinli adımlarla ışığa doğru yürüdüm ve o ışığın bir ayna tarafından yüzüme yansıyan ay ışığı olduğunu fark ettim. Etrafa omzumun üstünden kısa bir bakış attım. Kül, zehirli hava? Hiçbiri yoktu. Fısıltı ve kahkaha sesleri kesilmişti. Artık peşimden koşan bir gölge de yoktu.


Aynadan kendime odaklandığımda karşılaştığım görüntü karşısında dehşete düşmüştüm. Dağılmış saçlar, soluk beyaz bir ten, morarmış, halka halka olmuş gözaltları, kan oturmuş avuç içleri ve kirden beyaz olduğunu bile zor anladığım ince elbise içinde titreyen vücudumla çok acınası görünüyordum. Aynaya iyice yaklaştığımda, yakınlardan gelen adım seslerinden dolayı yalnız olmadığımı fark ettim. Derin bir nefes alıp gözümü yavaşça ayna üzerinden soluma doğru çevirmemle bir elin elimi sıkıca kavraması ve sertçe aşağı doğru çekmesi milisaniyeler içerisinde gerçekleşmişti.


Öyle bir yere doğru çekiliyordum ki bağırmam dahi duyulmuyordu. Yine karanlığın içindeydim ama bu sefer tanımlayabileceğim hiçbir madde yoktu. Boşluğun tam içindeydim. Saçlarım çekildiğim yerin tersi yöne doğru yüzüme çarpıyordu. Öylece sonsuz bir gidişti ki bu, yaşadığım işkencenin hiçbir zaman bitmeyeceğini sandım. Ta ki sırtımı sertçe bir zemine çarpana kadar. Dizlerimin üzerine doğrulup yüzüme düşen saçlarımdan bir tutamını kulağım arkasına götürdüm ve ürkek gözlerle etrafı inceledim. Bir odanın içerisindeydim. 

Oda siyah beyaz ağırlıklıydı. Yan yana sayılabilecek iki yatak vardı ve yatakların aralarında iki kişinin geçeceği kadar boşluk bırakılmıştı. Boşluk ise Galata Kulesi desenli halıyla doldurulmuştu. Sağdaki yatağın hemen başucunda içi kitap dolu kitaplık ve onun da yanında beyaz bir çalışma masası vardı. Sonra o tanıdık mevsim kokusu geldi burnuma. Kendi odamdaydım. Yaklaşık yedi, sekiz yıl önceki odamda. Odanın içerisinde dolanarak etrafı inceleyip içinde bulunduğum durumu idrak etmeye çalışırken birden kapı açıldı ve içeri o yıllardaki hâlim girdi. Dikkatle inceledim. Korkmuyordum, ses çıkarma gereği duymuyordum. Sadece izledim.