Boş bakan gözlerle girmişti içeri on yedi yaşım. Omuzlarındaki tek ağırlığın sanki her an düşecekmiş gibi duran çantası olmadığı çok belli oluyordu. Adımları o kadar yavaştı ki zaman durmuştu sanki. Kendi yatağına yaklaştığında çantasını yavaşça yatağın üzerine koydu ve tam olarak iki yatak arasındaki halıya dizlerini koydu. Ellerini yüzüne götürüp ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Tek bir kelime dahi etmiyordu. Tek yaptığı ağlamaktı. O ağladıkça kalbimin acıdığını hissettim çünkü o günü hatırlıyordum. Koskoca dünyada yapayalnız hissediyordum o zamanlar. Sanki söylediğim her cümle sahibine ulaşmadan öylece yere dökülüyordu. Dökülen kelimeler birer cam kırıklarına dönüşüyordu ve ben o cam kırıkları üzerinde yalın ayak duruyordum. Bu ise kendimi biraz daha geri çekmeme neden oluyordu. Hâlbuki gülmeyi, eğlenmeyi çok seven bir çocuktum ama hayatın pençeleri beni öyle bir yere çekmişti ki bir süre sonra donuk bir yüz ve onun arkasında harabe bir kalp sunmuştu bana. 


İçim acıyordu, hatta yanıyordu. Küçük bedenime ağır geliyordu yaşadıklarım, hissettiklerim. Gözlerimi kapatmıştım. Daha fazla görmek istemiyordum. Gözlerimi kapatmamla tenimden süzülen yaşlar bağımsızlığını kazandı ancak hiçbiri geçmişin izlerini silmeye yetmiyordu. Ne o zaman yaşadıklarımı silmişti ne de şimdi onun izlerini…


Halıya yaşadıklarının ağırlığıyla çökmüş olan halime yaklaştım. Ona sarılmak ve yalnız olmadığını söylemek istiyordum. Yavaşça oturduğum yerden kalktım. Temkinli adımlarla küçüğüme yaklaştım. Tek istediğim ona bugünlerin de geçeceğini ve onun yalnız olmadığını söyleyebilmekti ama ona uzanmamla kendimi on beş yaşında kaybettiğim annemin yanında bulmam bir oldu. 


Ellerim yine uzanmış vaziyetteydi. Tabii bu sefer ellerimin gösterdiği yerde annem vardı. Gözyaşlarımın arasından özlemle ve titreyen bir sesle “Anne.” diye seslendim ona ama duymamıştı. Duymayacaktı da. Bu hayattaki tek sığınağımdı o. Beni duyan, anlayan, sesime kulak veren tek insan. O kadar özlemiştim ki onu, kalbimin yangını bedenimde hissedilebiliyordu. Elimi kalbime koyup gözlerimi tek bir saniye bile ayırmadan her bir hareketini, detayını ezberlercesine yaşarken kıymetini bilmediğim o değerli dakikaları beynime kazımaya başladım. 


Giymiş olduğu kırık beyaz güpür detaylı elbisesi ve elbisesinin üzerine omuzlarından dökülen dalgalı kahverengi saçları, yılların yorgunluğunu barındıran gözleri ve hiçbir zaman yüzünden düşürmediği harika gülümsemesiyle kollarını açmış, benim ona sarılmamı bekliyordu. İkimiz de biraz sonra olacaklardan habersiz bir şekilde nasıl da mutlu görünüyorduk. Ben sanki hissetmişçesine, sanki ona son kez sarılacakmış gibi atlamıştım kollarına. Rüzgârda ahenkle dans eden saçlarından gelen kokuyu, dünyanın en güzel kokusu olduğunu bilerek içime çekmiştim.


Yüzümü ondan ayırıp gözlerine baktığımda onun da aynı huzurla bana baktığını görüp tekrar sarılmıştım. Kısa bir süre daha öyle kalıp ayrılmıştık. Kolumu onun koluna atıp elime de bavulumu geçirip garın çıkışına doğru yürümeye başladık. İkimizin kahkahası birbirine karışınca harika bir ezgi bırakıyordu ortamda. Huzuru iliklerime kadar hissediyordum o an.


Annem ve on beş yaşındaki halim kol kola garın çıkışına yönelirken arkalarından gittim. Onları durdurmak istiyordum. Kollarından çekip sadece bir dakika daha oyalanmaları için yalvarmak ya da zamanı onlar için durdurmak istiyordum ama geçmişi değiştiremezdim. Bu anı tekrar yaşamak istemiyordum. Kendimi çimdikledim, tokat attım. Bu yaşadığım şeyden kurtulmak istiyordum ama yaptıklarımın hiçbiri bir işe yaramıyordu. Canımı dahi acıtmıyordu.

Annem ve ben yürümeye devam ediyorduk. Dolu gözlerle baktım arkalarından. Onların caddeye çıkmalarıyla beraber arabanın tekerleklerinin bıraktığı acı ses kulaklarımda yer edindi. Sımsıkı kapattım gözlerimi. Yutkunmak için kendimi zorladım ama öyle bir yumru vardı ki boğazımda, buna engel oluyordu. “Hayır, hayır, hayır…” Dudaklarımdan dökülen sözler bilincim dışında gerçekleşiyordu. Daha fazla dayanamayıp gözlerimi açtığımda annemin kırık beyaz elbisesi kanlar içerisindeydi, biraz ötesinde ben şok geçirmiş bir vaziyette anneme bakıyordum. Annem kontrolsüzce gelen arabayı fark edince beni itip kurtarmıştı. Hatta beni kurtarmak için kendisini feda etmişti. Duyduğum “Anne” çığlığıyla on beş yaşıma döndüm. Deli gibi bağırıyordu. “Yardım edin lütfen. Ambulans çağırın ne olur. Anne, aç gözlerini. Anne, bırakma beni anne.” Sesindeki umutsuzluk, acı öyle işliyordu ki ruhuma; tek bir anda on yıl daha yaşlandığımı hissettim. Güzel gülüşlü annemin son anında bile küçük bir gülümseme vardı dudaklarında.


“Sen iyi misin?” diye sormuştu zar zor çıkan sesiyle. Bense ağlamaya devam ediyor ve sürekli aynı kelimeleri tekrar ediyordum. “Anne bırakma beni, ben sensiz ne yaparım? Ne olur bırakma.” Elini yüzüme koyup “Seni çok seviyorum Hazal’ım.” dediğinde direkt yüzümdeki elini tutup avucunun içini öpmüştüm. Hala aynı sözleri sarf ediyordum. 


Bense daha fazla katlanamıyordum bu görüntülere. Sırtımı döndüm ve bu işkencenin bitmesi için yalvardım. “Ne istiyorsunuz benden? Zaten söküp aldınız tüm güzel hislerimi, yaşadığım en acı anı bana neden tekrar yaşatıyorsunuz? Kurtulmak istiyorum. Her şeyi bırakıp gitmek istiyorum. Çekin beni buradan. Ne olur...” Ciğerlerim sökülürcesine hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. Dayanamıyordum. Beni içten içe çürüten, küçülten, yalnızlaştıran bu duygulara katlanamıyordum.