Birilerinin beni duyması ve bana yardım etmesi için bağırıyordum. Bağırmalarım karşılık bulmuşçasına ormandaki gördüğüm halim belirdi karşımda.
Hemen yanına gidip dizlerimin üzerine çöktüm ve gözyaşlarımın arasından yalvardım.
“Beni buradan kurtarabilir misin? Beni sen getirdin. Tekrar çıkarabilir misin? Lütfen yardım et bana. Aynı acıyı ikinci kez yaşamak dayanılmaz bir his. Kalbimi darağacına asmışlar gibi hissediyorum. Lütfen yardım et.” Sesimdeki çaresizlik ruhumun aynasıydı sanki. Kırık dökük, eski ve yıpranmış bir ayna.
“Olmaz Hazal. Henüz gidemezsin. Yaşadıkların, acıların seni sen yapan şeyler. Sırf onlardan kaçmak için öylece sırt çevirip gidemezsin. Burada benimle kalman gerekiyor. Büyümüş olabilirsin ama ben hâlâ seninleyim. Benden vazgeçemezsin Hazal.”
Kurduğu her bir cümle kaçıp kurtulma umuduma kelepçe vururken minik ellerini yüzüme doğru yaklaştırdı ve gözlerimi kibarca kapattı. Bu işkencenin biteceğini düşünüyordum ancak gözlerimi açtığımda yine başka bir anın içinde bulmuştum kendimi. Hangi acıyla karşılaşacağımın yorucu merakı omuzlarıma çökerken beni şaşırtan ve hiç de beklemediğim bir yerde buldum kendimi.
Parkta babamla beraberdim. Salıncağa oturmuş ellerimi iki yana açmış “Daha yukarı!” diye bağırarak gülüşlerimi bağırışlarıma ortak ediyordum. Saf mutluluğun tam ortasındaydım.
Hâlâ şaşırmış bir vaziyette babama ve küçüklüğüme bakıyordum çünkü böyle bir anı hatırlamıyordum. Acı yanlarımdan örülü duvarın önünde oturmuştum yıllarca. Zihnimin derinliklerinde çürümeye yüz tutmuş bu anı buruk, ruhsuz bir gülümseme bırakmıştı dudaklarımda. Birkaç saniye önceki tekrar şahit olduğum anın etkisinden çıkamamıştım ama yine de babama dikkatle baktım.
Babamla aram hiçbir zaman iyi olmamıştı. En azından kendi başıma bir şeyler yapabildiğim yaşa gelmemden itibaren hep zıt düşmüştük kendisiyle. Bazen aynı evin içinde olmamıza rağmen haftalarca görmediğim olurdu. Gördüğümdeyse kavga kıyamet hiç eksik olmazdı. Rahmetli annem girerdi aramıza. “Yapma Rıza!” diye çırpınır dururdu. Babamsa pes etmeden evvel annemi bir yana beni başka bir yana savurur kapıyı çarpıp giderdi. O hep en derin yaram olarak yer edinmişti benliğimde. Bu sebepten şu anki gösterilen mutluluğa anlam veremiyordum. Salıncaktaki çocuk ben değilmişim gibi geliyordu. O kadar yabancıydı bana.
Salıncaktan inen küçüklüğüm, koşarak babama sarıldı. O kadar güzel gülüyordu ki bu anları hatırlamadığım için üzüldüm. Derken birden mutlu anlarım önüme dizildi.
Birinde okuldan aldığım belgeyi havada sallayarak anneme doğru koşuyordum, diğerinde bir arkadaşımın nerede olduğunu bulmuş ve “Sobeledim seni.” diye bağırarak bir duvara doğru yönelmiştim. Ailecek film izlediğimiz anlardan, tek başıma keyifle odamda kitap okuduğum ana kadar hepsi serilmişti bir yana.
Son birkaç yılım o kadar yalnız, mutsuz ve huzurdan uzak geçmişti ki öncesinde yaşadığım mutluluğumu unutmuştum. Annemin vefatından sonra da hayat benim için sadece nefes almakla geçip giden günlerden ibaret olmuştu.
“Bu çocuğu böylece bırakıp gitmek istediğine emin misin Hazal? Gülüşlerinin solup bitmesine izin mi vereceksin?”
Ne dediğini, neyin içinde olduğumu hâlâ anlamıyordum. “Anlamıyorum.” dedim içimdeki karmaşık duyguların aksine yalın bir sesle.
“Hala anlayamadın mı?” Kafamı iki yana sallamakla yetindim.
“Bana bir hayat borçlusun Hazal. Yaşadıklarının arkasına sığınıp katili olduğun güzel duyguları borçlusun bana. İçindeki gücü hiçbir zaman kullanmadın ve beni bir karanlığa hapsettin. Şimdi de sen teslim oluyorsun oraya. Yapma Hazal. Bari bu sefer vazgeçme benden.”
“Karanlığa mı teslim oluyorum?” Hâlâ anlayamıyordum. Neden geçmişim onu bırakmamam için diretiyordu? Neden bu anları tekrar görmüştüm? Neden kendime bir yaşam borçluydum? Düşünce yığınımın içinde boğulurken ormandaki bedenimin sözleri suratıma tokat gibi çarpmıştı.
“Ölüyorsun Hazal.”
Geçmişteki halim gitgide uzaklaşıyordu benden. Uzaklaştıkça görüntüsü soluklaşıyordu. Tamamen yok olduğunda ise başka sesler kulaklarıma erişti.
“Hocam, nabzı hızlanıyor. Hastayı kaybediyoruz.”
“Hemen elektroşoku hazırlayın. 120’ye şarj et.”
“Hazır.”
“Çekilin.”
Duyduğum sesler bana ya da benim küçüklüğüme ait sesler değildi. Daha gerçek daha telaş dolu seslerdi. Ellerimi oynatmaya çalıştım.
“Tekrar yapıyoruz. 160’a getir.”
“Hazır.”
“Çekilin.”
Seslenmek istedim. Neden burada olduğumu sorgulamak, etrafa beni duymaları için bağırmak istedim ama hiçbirini yapamıyordum. Dışarıyla olan tek bağlantım, yüzümü ıslatan bir damla gözyaşıydı.
Artık anlamıştım olup bitenleri. Yaşadığım birçok an tekrar sunulmuştu. Duymayı reddettiğim umut dolu yanım seslenmişti bana. Kendimi layık gördüğüm yaşamın içinde boğmuştum onu. Son bir şans için yalvarmıştı ama artık çok geçti. Ne ona güzel bir yaşam sunabilmiştim ne de son dileğini yerine getirebilmiştim. Ben kendime duvar örmüş ve o duvarların içine ışık girmemesi için elimden geleni yapmıştım. Yalnızca ışığımı değil, fark etmeden aldığım nefesi de kesmiştim. Kendimi savunmak için ellerimle ördüğüm o duvar benim acı içindeki sonum olmuştu.
“İlan et kızım.”
“Tarih 23 Eylül 2020. Saat 18:00”