“Yeni bir kitaba başlamak üzereyim: Mağaradakiler. Eflatun’un mağarası bu. İçinde bizler varız. Beşir Fuat’lar, Ali Süavi’ler, Hilmi Ziya’lar… Türk aydınının yüz yıllık dramı.”


“Mağaradakiler”i okumaya kitabın sonundan başlamak gerek. Hatta sona bırakılan yazılar başa konsa belki daha yararlı olurdu. Böylece üstadın mağara mazmunu daha aydınlık, daha berrak görünürdü. Sanırım yayıma hazırlayanlar mazmunun parlatılmasını okuyucuya bırakmak istemişler.


Kitabın sonunda beni hüzne boğan bir bölüm var: Ecce Homo. Felsefede zelzele yaratan zekânın meşhur eserinden mülhem. Aynı zamanda üstadın yaşamının özeti. Okuyalım.


“Bir çağın vicdanı olmak isterdim, bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden sevgiden bir köprü. Sanat düşüncenin, düşünce mukaddeslerin emrinde olmalı. Hakikat, mukaddeslerin mukaddesi… Hakikat ve sevgi.”


Okurken boğazım düğümleniyor. “İsterdim” ifadesi her şeyi açıklıyor. Üstat, isteklerinin gerçekleşmediğinin veya gerçekleşmeyeceğinin farkında; sağlığında “yanına itildiği” zihniyetin ölümünde de peşini bırakmayacağını, yıllar sonra çürümüş beyinlerin ağzında sakız olacağını hisseder, kırılması mümkün olmayan zincirlerle kuşatılmış idraklerin çorak toprağında yeşereceğinden korkar gibi. Ne yazık ki üstadın korktuğu başına geldi. Düşünceleri, fikirleri bir avuç zincirli idrakin diline düştü.


Üstat, “Bitirirken” başlıklı son bölümde Anatole France’ın Penguenler Adası eserinden bir bölüm aktarır. “Yeni bir görüşünüz mü var? İnsanları ve olayları beklenmedik taraflarıyla mı ele alacaksınız. Sakın ha! ‘Mukaddeslerimizi ayaklar altına alıyor.’ Çığlığı basacaklardır.” Yukarıdaki alıntıyla arasında bir çelişki var değil mi? Üstat isteklerini dile getirirken düşüncenin, mukaddeslerin emrinde olması gerektiğini söylemişti. Şimdiki alıntıda yeni bir düşünce dile getirmenin mukaddesatçıları rahatsız edeceğini belirtiyor. Acaba üstat dikkatimizi mi sınıyor? Yoksa iki düşüncenin bahsettiği mukaddes kavramı farklı mı?


Cemil Meriç eserleri arasında yazarın amacına hizmet eden ve düşüncesini en açık ifade eden eseri, Mağaradakiler. Hatta Cemil Meriç eserlerini okumaya Mağaradakiler ile başlamak, yazarın düşünce dünyasına ve diline alışmak için elzem. Üstat, üslup kaygısını elden bırakmaz. Yaşamını yitirmiş kelimelere can vermek ister. Bunu da en çok “Bu Ülke”de gösterir. Gel gelelim en meşhur eseri olan “Bu Ülke” ile okumaya başlamak, aşina olmadığımız denize çivileme dalmaktır. Bundan, “Mağaradakiler”in sığ sulardan oluştuğu sonucu çıkmaz. Fakat çivilemeye de benzemez.


Eser iki ana bölüme ayrılmış, Mağaranın Dışı ve Mağaradakiler. Ön sözde Platon’un, mazmunu oluşturan meşhur mağara teşbihi. Üstadın teşbihine göre mağaranın dışı, Batılı kavramlar ve kavramları temsil eden şahsiyetler. Mağaranın dışındaki kavramların başında ''entelektüel'' var. Günümüzde biraz da alay etmek için söylenen, entel. Üstat, bu bölümde sözlüklerden ve Batılı yazarlardan alıntılar yaparak entelektüel sıfatının ne olduğuna dair açıklamalar yapıyor. Sonuna da ekliyor, “…işte Batı aydınlarının kendileri hakkındaki ifşaları. Zavallı ülkemiz, bu hasta, bu perişan intelijansiyanın hayranı.”


İntelijansiya; Rusya’da bir dönem, münevverin karşılığı. Sanırım üstat, aydınlarımıza benzerliği açısından yine bu bölümde Rus intelijansiyasının tarihi üzerine bir dipnot düşüyor. Yalnız bu dipnot, dipnot tarihine altın harflerle yazılabilecek uzunlukta. 65. sayfadan başlayıp 70. sayfaya uzanan dipnot, herhalde ayrı bir başlıkta verilse daha anlaşılır olurdu.


Üstat, entelektüel hakkındaki açıklamalarının sonuna kendi tanımını bırakıyor.

“1. Entelektüel, zamanının irfanına sahip olacaktır. Ülkesinin dilini, edebiyatını, tarihini bilecek, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı kalmayacaktır. 2. Peşin hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirecektir. Başlıca vasıfları dürüst, uyanık ve cesur olmaktır. Yani bir bilgi hamalı değildir entelektüel. Hakikat uğruna her savaşı göze alan bağımsız bir mücahittir.”


Her kavramda olabildiğince sınırları belirleme taraftarı olan ve bu belirsizliği genellikle “kaypak” kelimesiyle ifade eden üstat, entelektüel tanımlamasına gelince sanki kendi söküğünü dikemiyor. Zamanının irfanına neler dâhil, neler değil? İrfan unsurları, üstadın önem verdiği mukaddeslerle çelişirse entelektüel ne yapacaktır? Sahip olacaktır da nasıl sahip olacaktır? En belirsiz ifade ise “zamanının belli başlı düşünce akımlarına”. Düşünce akımlarını belli veya başlı olarak nasıl ayırt edeceğiz? Münevver, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirsin, amenna. Peki, bu değerlendirmelerin nesnelliğini nasıl tartacağız? Bir de herhangi bir düşünce insanı, gerçekten bağımsız olabilir mi? Her düşünce önceki düşüncelerin üzerine inşa edilmiyor mu? Herhalde üstat, “kaypak” kavramın pürüzlerini gidereyim derken bazılarını atladı.


Üstadımız ilk bölümü Turgenyev’den bir alıntıyla bitiriyor: “Devrimcinin ne Rusya’ya faydası var ne de başka insanlara. Eskici değil, terzi değil, kasap değil.” Kahraman haklı sanki. İnsanların günlük hayatına katkıda bulunmayan birinin sadece ''devrimcilik'' yapmasının kime faydası olabilir. Sanırım yazar bu alıntıyı yaparken bizim entelektüellerimize de bir mesaj vermek istiyor.


Kitabın ikinci ve bence asıl bölümü, Mağaradakiler. İlk bölümün çoğunluğu alıntılardan oluştuğu için üstadın sesini duyduğumuz bölüm bu. Üstat bu bölümde genel hatlarıyla ihtilal, devrim, anarşi, yenilik, terakki, hürriyet, sosyalizm gibi kavramları açıklıyor. Birbirine benzeyen ve sanki birbiri yerine kullanılabilecek gibi duran kavramları. Kavramların açıklamalarını okurken bir şeyi fark ettim. Yukarıda sıraladığım kavramlar hakkında sığ bilgilere sahipmişim. Hasbihale, ihtilal kavramıyla devam edelim.


Cemil Meriç’e göre Osmanlılar tarafından ihtilal “...madde dünyasında bir yozlaşma, bir soysuzlaşma. Sosyal âlemde bir fitne.” olarak algılanmış. Bu algının 70’li yıllardaki öğrenci olaylarına kadar değişmediği malum. Ki hâlâ Anarşi’den halkın anladığı; kargaşa, karışıklık veya tedhiştir. Değiştiği de söylenemez.


Deneme yazarı, ihtilal kavramını açıklarken çiçeği burnunda cumhuriyetin Medeni Kanunu'ndan alıntı yaparak gerçekleşenin, inkılâp değil de ihtilal olduğunu ortaya koymak istemiş. Sonuna “M. Kemal inkılâp kelimesini kullanır ama tarif ettiği ihtilalden başka bir şey değildir.” cümlesini eklemiş. Bir de “M. Kemal ve arkadaşlarının inkılâptan anladığı düpedüz ihtilaldi.” diye de ilave etmiş. Okuduğum üç eserin içinde (Umrandan Uygarlığa, Bu Ülke, Mağaradakiler) ilk defa Atatürk’ün adı geçti. Tabii olarak her eserde Atatürk’ün adı geçecek diye bir kural yok. Fakat dikkatimi çeken unsur, konuyla ilgili olmasına rağmen üstadın örnek veya alıntı olarak da Atatürk’e yer vermemesiydi. Bundan bir anlam çıkaracak değilim. Amacım saptamayı yazıya dökmek. Burada bir konu daha var. Osmanlılar için ihtilal, anarşi demekse yeni cumhuriyetin kuruluşunu da anarşi sınıfına mı yerleştireceğiz? Bu saptamadan sonra ihtilal babını okurken karşıma hiç ummadığım bir şahsiyet dikildi: Sait Nursi.


Üstat, Umrandan Uygarlığa kitabında da Bediüzzaman’dan bahseder. Kendisiyle ayrıştığımız konulardan biridir. Üstada göre “…aynı yıllarda (cumhuriyetin ilk yılları) inkılâba yeni bir hüviyet kazandırmaya çalışanlardan biri de Bediüzzaman’dı.” Fakat atladığı bir şey var üstadın. Bahsettiği zaman dilimi artık Sait Nursi gibi şahsiyetlerin, sabırlı ve ılımlı ıslahatçıların dilimi değildi. Zaman ihtilalcilerin zamanıydı ve gelişmeler, zamanına göre ışık hızında ilerliyordu. Ülke, savaşı atlatmıştı ve bendini çiğneyen bir sel gibiydi. En önemlisi de Reis-i Cumhur’un sabretmeye hiç niyeti yoktu.


Sait Nursi’den sonra üstadın radarına Necip Fazıl giriyor. Cemil Meriç, şairin “İhtilal” adlı eserini “İhtilal mefhumunda ihtilal yapmaya çalışan…” diye tanımlıyor. Şaşırıyorum. Şaşkınlığımın nedeni, Cemil Meriç’i henüz tanımamam. Meriç, hiçbir puta değer vermeyen biri. Kaleminin oklarından nasibini almayan yok gibi: “İhtilal mefhumundan bahseden bir kitapta nebilerin işi ne?” Zihnimizdeki etiketler düşünmeye aman vermiyor. Aklımca, deneme ustasının zihniyet olarak yaklaştırdığım şairi övmesini bekledim. Ama sonuç hüsran oldu.


Üstadımız ihtilal kavramını çözümledikten sonra dilimizden düşürmediğimiz bir başka kavramı ele alıyor: devrim. Benim de bir zamanlar hayran olduğum kavramlardan biri. Her alanda devrim. Sürekli devrim. Peki neyi deviriyorduk? Yerine ne koyacağız? Ne önemi var ki, önemli olan devirmek. Dert ettiğim şeye bak. Devrim, tüm çıkmazların çaresiydi benim için.


Bu bapta üstadın dil konusundaki yetkinliği hemen fark edilir. Devrim açıklamaya çalışan sözlüklerdeki tespit ettiği dil yanlışları, insanı hayrete düşürür. Hiçbir sözlük, keskin nişanından kaçamaz. Ve sonuç olarak Dil Kurumundan, yetkin yayınevlerinin sözlüklerine kadar “devrim”i adamakıllı tanımlayan bir sözlüğümüzün olmadığı ortaya çıkar.

Meriç, devrim kavramını açıklarken sıkça kullandığımız “Atatürk Devrimleri” tamlamasına da değinir: “İhtilal gerçekleştikten sonra teferruata dair düzenlemeler ihtilal değil, reformdur.” Bu konuda üstada tamamen katılıyorum. Hatta reform yerine ıslahat kelimesinin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen ıslahat kelimesi eskiyi çağrıştırdığı için tercih edilmedi.


Devrim babını da kapatan üstat, beni ters köşeye yatırdığı dosyasını açıyor: Ali Süavi. “Devrim Şehidi”, “Başını Veren Devrimci” gibi unvanlarla bildiğim Ali Süavi’nin bir meczup olduğunu üstattan öğrendim. Bir de Çırağan Baskını’nın arka yüzünü. Köşeyi yanlış tahmin etmem doğal değil mi? Ben de Ali Suavi kimdir, ne yapmıştır, diye soracak takat mi vardı? Sağdan soldan duyduğumla yetiniyordum. Yeri geldi mi yaygarayı basıyordum. “Oo! Ali Süavi, adam tek başına sarayı basmış.” Ver, yansın. Kimin umurunda? Devrimcilerden hangisi bana “ne diyorsun sen, Ali Süavi meczubun biri” diyecekti ki? Onlarda o takat var mıydı? Sözü uzatmadan okuyalım:


“Jön Türkler onu aralarından çıkarmışlardı. Kıbrıs’ı kaybedişimizin Çırağan Baskını’yla münasebeti vardı. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı)” “Meczup ve bi-şuur…(Ziya Paşa)” “Yazılmayan kitaplardan, var olmayan yazarlardan alıntılar yapardı. (Namık Kemal)” Ne dersiniz, yeterli mi? Ali Süavi hakkındaki kepazelikler bir düzine. Üstat haklı olarak “Cumhuriyet’in yazarları için baş veren bir ihtilalcidir. Evet, Süavi bir düzen bozan olarak ihtilalcidir.” tespitinde bulunuyor.


Ali Suavi dosyasının ardından, kimilerinin rüyası kimilerinin kâbusu olan bir kavramı masaya yatırıyor üstat: Anarşi. Anarşi ve anarşizm benim de ilgi duyduğum bir kavram. Tabii ki burada anarşiden bahsettiğim tedhiş değil felsefi anarşizm. Halkın zihninde yansıyan, tabii ki çok farklı. Değişmesi de mümkün değil. Bence bazı kavramlar lanetlenmiştir. Artık onların peşini bırakmak ve başka kavramlarla tanımlamak gerekir. Üstat da buna benzer bir saptama yapar: “Türkçede Anarşizm'i karşılayan tek kelime vardı: İhtilal.” Belki de bunu kullanmak daha iyi. Hem örselenmemiş bir kelime hem yakası yırtılmamış. Oturaklı da. Köksüz yeni yetmelerin dilinde kirlenmemiş. Ama Ali Süavi gibi meczuplara da yakışmayan. Üstadın 70’li yıllardaki öğrenci olayları için yazdıklarını okuyalım.

“Kendi kendini tahrip eden bu zavallı nesil, anarşizmin belli başlı nazariyecilerinden habersizdi. Zaten ne Bakunin çevrilmiştir Türkçeye ne Proudhon ne Kropotkin ne de Elisee Reclus.” Üstat yerden göğe kadar haklı. Ama başka türlüsü de beklenmezdi ki. Herkese bir mezhep lazımdı. Bu mezhebin dilini bilmediği mukaddes kitapları ve mukaddes şahsiyetleri. Kimse o kitaplara dil uzatamazdı, o yüce kişiliklere çamur atamazdı. Dönemin ve şimdinin öğrencilerine ya da gençlerine tapacakları ilah lazımdı. Kimi anarşizmde buldu bunu kimi sosyalizmde. Şuur yerini imana bıraktı. Sağdan soldan duyulanlara duyulan imana.


Üstat aynı bapta Aldous Huxley’den bir alıntı yapar: “Modern ilimlerin ve teknolojinin gelişmesi küçük komünlerden kurulu devletsiz bir düzen içinde adem-i merkeziyeti (merkezin yokluğu) zorunlu kılmıştır.” Günümüzde de geçerliliğini koruyan bir saptama. Devletsiz bir düzeni doğurur mu bilinmez ama teknolojiyi ve enerjiyi yöneten küçük komünler bir gün bütün idareyi eline alacak. Bu kaçınılmaz. Şu an hayatımızın neredeyse tamamı teknoloji ve enerji üzerine kurulu. Bunlara hükmeden hür teşebbüsler bir yerden sonra devletlerden güçlü hale gelecekler. İnsanları yönlendirecek ve yönetecekler. Yapay zekânın günlük hayatımızda yerini almasına on yıllar kaldı. İnsanoğluna ihtiyaç azaldı. Aynı şekilde insanoğlunun yarattığı devlet işleyişine de. Huxley, bugünleri göremedi ama öngördü.


Anarşiyi irdeledikten sonra karşımızda terakki var. Günümüzde kullanımını yitirmiş bir kelime. Kubbealtı’na göre ilerleme, gelişme kavramlarını karşılıyor. Genç Osmanlıların çiğnemekten hoşlandığı sakızlardan biri. Üstat, terakki konusunda şüpheci. Daima ilerlemenin olumsuz sonuçlar doğuracağından çekiniyor: “Batı sınırsız bir terakkinin tehlikeli bir hayal olduğunu anladı.” Peki bizim istediğimiz sınırsız gelişme mi? Bizdeki sorun, gelişmeye direnme. Sanırım üstadın karşı olduğu, yine köksüz yenilik sevdalıları. Bunun sosyal sorunlara yol açacağından tedirgin. Peki ne yapmalıyız, yerimizde mi sayacağız? Cevabı Namık Kemal’in Terakki Meselesi alıntısında gizli: “…bunun yolu da basit: bilgi ve emek.”


Terakkinin ardından iki mühim kavrama kucak açıyoruz: sosyalizm ve komünizm. Üstat, iki kavramın sözlüklerdeki karşılıklarından yola çıkarak birbirlerinden ne kadar farklı olduklarına değindikten sonra zikredilen kavramların ülkemizdeki yansımalarına geçiyor. Kavramlardan ilk kez bahseden, Cevdet Paşa. Yazar, kadim tarihçimizin risalesinden yola çıkarak açıklıyor: “Kısaca Yeni Osmanlıların sosyalizmle hiçbir münasebeti yoktur. Yalnız batıyı birçok yazarlardan daha iyi tanırlar, tarafsız ve hakşinastırlar.” Muasırlarının münasebetinin bulunmadığı bir kavramla ikinci neslin nasıl bir münasebeti olabilirdi ki? Ancak mistik bir münasebet olabilirdi. Doğuya has, müphem ve buğulu bir münasebet. Ve öyle de oldu. Cemil Meriç, bu tip insanı müstağrip olarak tanımlıyor. Yani hayrete düşen, şaşıp kalan. Devam ediyor üstat: “Bir din oldu sosyalizm. Marx, peygamberin yerini aldı. Kapital, Kur’an’ın.” Doğru söze ne denir?


Üstattan öğreniyoruz ki sosyalizmden dem vuran ikinci kişi Şemsettin Sami, onun ardından Bu Ülke kitabında derinlemesine incelediği şahıs Cemaleddin Efganî. İslamî sosyalizm kurma hayalleriyle meşgul Afganlı: “Sosyalizm dini bir temele dayanmadıkça sadece kargaşaya yol açar.”


Üstat, kavramları açıkladıktan sonra en önemli soruya geliyor: “Neden Bir Dünya Görüşümüz Yok?” kitabın en mühim bölümlerinden biri. Belki de kitabı yazma sebebi. Okuyalım:


“Müstağrip Batı’nın cömertçe sunduğu türlü ideolojiler arasında seçim yapacak güçte değildir. Seçmek için anlamak lazım. Anlamak için karşılaştırmak. Mukayese irfana dayanır.” Hangimizin mecali var ki seçmeye, anlamaya, karşılaştırmaya?


Bundan önceki iki kitapta ve Mağaradakiler’de Cemil Meriç’i okurken hep şu soruyu soruyordum: İyi de üstat, sen ne düşünüyorsun? Bu kadar eleştirdiğin kavramlara ve ideolojiye karşılık sen ne öneriyorsun? Bu Ülke’den sonraki kitapları da aynı löp etçi zihniyetle okudum. Bir reçete, bir formül aradım üstadın kitaplarında. Nasip Mağaradakiler’de bulmaktaymış:


“1) Hiçbir düşünce, bir ülkeden ötekine olduğu gibi aktarılmaz.

2) İnsan düşünce için değil, düşünce insan içindir.

3) Batan bir ülkeyi bir anda kurtaracak hiçbir sihirli formül, yani izm yoktur.

4) Avrupa’yla aramızda aşılmaz bir duvar var. Doğu, kapitalist için de sosyalist için de sömürülecek bir alandır. Doğulu ise yarı insan, şüpheli bir yandaş, tek kelimeyle düşmandır.

5) Zilletten kurtulmanın yolu haysiyetimizi ispattır. Haysiyet, şuur ve fedakarlık ister. Şuur, hiçbir kiliseye bağlanmamak, her vesayeti reddetmek, kapılarını her ışığa açmak demektir. Fedakarlık ise inandığı değerler uğruna her şeyi göze almak, hatta ölümü bile. Saygıya layık insan kendi kafasıyla düşünen ve düşüncesini haykırmaktan çekinmeyendir.”


Cemil Meriç, yukarıdaki maddeleri Marksizm uğruna ölümü göze alan gençlere yazmış. Kırk imbikten damıtılmış, her biri birbirinden değerli saptamalar. Sadece beşinci maddeye itirazım var. İtirazım muhatabına yönelik. Yazarın saptamalarından feyiz alanlar, günümüzde ne yazık ki onu idrak edemeyecek olanlar. Kiliselere bağlanmak için can atan, vesayete boyun eğmeye meyilli tipler. Bir de inandığımız değerler uğruna ölümü bile göze alacaksak Marksistlere neden kızıyoruz? Onlar da beşinci maddedeki yolu kendilerince izlemiş olmuyorlar mı? Bunun cevabı da Marksizm’in ne olduğu da, sayfalarda gizli:


“Bir düşünce adamı Marksçı olabilir mi? Marksçılık bir izme yani kiliseye bağlanmak, onun nas’larını değişmez hakikatler gibi kabul etmekse elbette ki hayır. Marksizm’e layık olduğu değeri vermek, bir Eflatun’a, bir İbn Haldun’a gösterilen saygıyı Marks’tan da esirgememek ise elbette ki evet. Marks çağdaş Batı düşüncesinin en büyük temsilcilerinden biri, belki de birincisidir. Marksizm’i dinleştirmek, onu anlamamaktır. Konserve hakikatler sunan bir şarlatan değildir Marks. Marksizm tenkittir, şüphedir, araştırma yöntemidir.”


Sorumuzun cevabı. Aynı zamanda feyiz alanlar için de üstadın Marksizm’e bakış açısını yansıtan yorum. Umarım üstadın gericiliğe yorumlanabilir görüşleri dışında yukarıdaki gibi tarafsız görüşlerinden de feyiz alırlar.


Marksizm babını kapattıktan sonra ''Neden bir dünya görüşümüz yok?'' sorusunun cevabını aramaya devam ediyoruz. Okumaya devam edelim: “Doğu’dan kopmuştuk, Batı’yı tanımıyorduk. Medeniyet bir hamlede fethedilemez. Tercümeler yabancı bir dünyanın döküntülerini aktarmıştı yurdumuza.” Neden Doğu’dan koptuk, neden Batı’yı tanımaya çalıştık? Çünkü aramızda bilgi ve emekle inşa edilmiş uçurumları fark ettik. Fark ettik, güneşin doğduğunu görüyorduk ama sıcak yatağımızdan kalkacak takatimiz yoktu.


Yukarıdaki tespitten sonra üstatla tamamen hemfikir olduğumuz bir konuya geliyoruz: Nazım’a.


“Nazım, şiirin kapılarını düşünceye açan adamdır.” Bu bahiste Tevfik Fikret ve Namık Kemal’i yetersiz görüyor herhalde. “Tanıtıcısı olduğu yeniyi, yeni bir sesle haykıracak, nesirle nazmı karıştıracak, Kitab-ı Mukaddes’in dalgalı ve secili üslubunu hatırlatan bir dil yaratacaktı.” Yarattı da. “Bence Türk şiiri Nazım’la biter, Avrupai düşünce Nazım’la başlar.” Yapma üstat, feyiz alanlara acı. Üç cümleden ikisinde adını geçirdikleri üstatlarını ne yapacaklar sonra?  



“Neden bir dünya görüşümüz yok?” sorusunun cevabı “Önce Hiciv” başlıklı yazıda. Özetle:

1- Eleştirel düşüncemiz yok. “Üzerinde anlaştığımız hiçbir ilke yok. Dil perişan, mefhumlar kaypak, kelimeler köksüz.”

2- Tarih şuurumuz yok. “Ecdadımızı inkar ediyoruz. Ecdadımızı, yani Osmanlıyı. Biricik düşmanımız: Türk-İslam. Sesimi Taşer’in (Dündar Taşer) sesiyle gürleştirip haykırıyorum: Tarihte tek mucize vardır: Osmanlı mucizesi. Türk kanıyla İslam dininin kaynaşmasından doğan mucize.” Üstada katılmıyorum. Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti arasında bir ayrım yapmak doğru değil. Eğer Osmanlı bir mucizeyse, cumhuriyet de bir mucizedir. Cumhuriyet, asırlar süren ıslahatların en köklülerinden biri, ıslah halkalarının son düğümü. Osmanlı, kurumları ve şahıslarıyla cumhuriyeti doğuran mucize. 1919’u milat kabul edip sosyal ve siyasi olayları satırla keser gibi izah edemeyiz.

3-Geçmişle bağlantımız yok. Sorumlu, Dil Devrimi. “Harf Devrimi kütüphaneleri tuğla yığınına çevirir. İrfanımızı düne bağlayan köprüler uçurulmuştur.” Diyelim ki harf inkılabı köprüleri uçurdu. Köprülerin sayısı kaçtı, harf değişikliğiyle uçurulan köprülerin dayanıklılığı var mıdır? Bir de harfleri değiştirenler eski harflerin öğrenilmesine de engel oldu mu? Geçmiş nesillerle temasta bulunmak isteyenler kolayca eski yazıyı öğrenebilirlerdi. Bunun önünde bir engel yoktu. Gerçek şu ki irfanımızı nesillere bağlayan köprüler, harflerin değişikliğinden önce ne kadar sağlamsa harflerin değişmesinden sonra da o kadardı.


Üstadın dille ilgili saptamalarının dışında bir yorumu daha var: “Osmanlıca diye bir dil yoktur. Osmanlıca Anadolu’ya yerleşen ve İslamiyet’i benimseyen Türklerin dilidir. Yani halis Türkçedir. Batı Türkçesi.” Üstadın saptamasına katılmak mümkün değil. Çünkü Osmanlıca olarak tanımlanan dil bir dönem ve tabaka dilidir. Yani jargondur. Jargon, Dil Kurumu sözlüğüne göre “Aynı meslek veya topluluktaki insanların ortak dilden ayrı olarak kullandıkları özel dil veya söz dağarcığı.” Meslek özelinde olmasa da topluluk özelinde Osmanlıcayı ifade eder. Saray ve çevresindeki topluluğun konuştuğu ve bilhassa yazıya döktüğü dili Topkapı Sarayı’na en yakındaki mahallelilerin bile anlaması mümkün değildi. Üstadın Batı Türkçesi başlığına indirgediği tanımlama da çoğu dil bilimciye göre içinde Eski Anadolu Türkçesi, Osmanlı Türkçesi ve Türkiye Türkçesi dönemlerini ifade eden bir üst başlık (bkz. Zeynep Korkmaz, Türkiye Türkçesi Grameri, Giriş bölümü, syf. 100).


“Tabular, tabular… Her adımda şuura dur emri veren bir jandarma neferi. Her kapının arkasında, elinde bıçak, bekleyen bir harem ağası. Düşünme! Düşüneni iftiranın ve sefaletin lağımında boğduktan sonra, ellerimizi yıkayıp ‘efendim bizde filozof yetişmiyor’ diye ah-u vahlar.” Peki üstadım; tabuları yaratan, mukaddes parantezine alıp naslaştırdığımız düşünceler değil mi?