Kız gencecik. Annesinin salı pazarından aldığı çiçekli elbiseleri içinde yeni yeni belirginleşen göğüslerini utana sıkıla gizlemek için hafif kambur oturmaya başlamış, boynu ağrıyor bu yüzden ama bir yandan da beğeniyor kendini böyle. O elbiseleri böyle baharın ortasında, ılıman iklimin sıcaklığında giyince kendini hep dalgakıranlarda yakışıklı bir sevgiliyle otururken hayal ediyor. Büyümüş hissediyor kendini, hayalini ne kadar gerçek ne kadar detaylı kurarsa o kadar büyüyor. Bu sırada yakışıklı sevgilinin yüz hatlarını oturtmaya çalışıyor kafasında. Karşı sınıftaki kara kaşlı oğlanın makbul bulunduğu üzere birkaç yaş daha büyümüş hali dalgakıranlarda yanında oturan. Hayalinin her yanı farklı ihtimaller ve bu ihtimallerin kaçınılmaz heyecanları, sorunları, tercihleri ile dolu, bir dalında bu hayalin geceye kalsınlar istiyor, deniz kenarında hatta belki bira içsinler hatta belki öpsün istiyor onu. Ne gece sahilde esen rüzgârın soğuğunu ne biranın tadını ne de âşık olmayı biliyor. Ona göre sahilde hiç güneş batmıyor, biranın tadı babasının içkiliykenki baygın kokusu. Bir lezzet olsa nasılsa öyle, aşk da annesiyle izlediği dizilerdeki kadar uzun, meşakkatli ve sıcak.

Bu hayalin hiçbir parçasını gerçekten bilmiyor Zehra. Biraz fikri olsaydı kurduklarıyla ilgili daha mı iyi olurdu yoksa kendi yarattığı dünyasında her şeyin olabilecek olması mı güzel olan, bunu da bilmiyor. Bilmediklerine ulaşamamak, kurduğunu anlayamamak bu hayalin içine sinmemesine sebep oluyor sadece. Tüm arkadaşları aynı hayalleri kuruyor, okulda canlarını sıkan bir olayın hemen arkasından, herhangi başarısızlıklarının hemen sonunda beyaz atlı prensin hayaline kapılıp savruluyorlar. Zehra’nın hayalleri ise daha bir başka, yerle gök yer değiştirsin, dünyalar yıkılsın yeniden kurulsun o hiç oralı olmasın istiyor. Öyle bir aşk yani. Umutsuzca kabullendiği küçük kasabasındaki sakin, silik hayatı ancak böyle değişir diye düşünüyor bir de giderse buralardan. Aşkı da bu kasabadan çıkmayı, mesela İstanbul’a ya da Ankara’ya gitmeyi de aynı yoğunlukta, aynı heyecanla istiyor. Filmlerdeki gibi kızlı erkekli arkadaş grupları olsun, hiçbir şeyi dert etmesin, hiçbir şeyden çekinmesin, hep eğlensin istiyor; ne para ne gelecek ne ailesi dert olsun ona. Büyümek peşinde, ancak giderse büyür. Bu istekleri ancak büyürse gerçek olur. Aklına ne zaman bu zincirleme rüya gelse bir ah çekiyor küçüklüğünün farkında olarak.

Evin beyaz duvarlarına yansıyan güneşin son demlerindeki sıcak, turuncuya çalan ışık, yüzüne berrak bir gerçeklik katıyor Zehra’nın. Güneşe değdiğinde silikliği biraz azalıyor, gelmiş geçmiş her şeye tanıklık etmiş güneşin onu da görmüş olması var kılıyor onu. Güneş değdiğinde tenine, sanki büyük şehirdeki gençlerle ve tüm ünlülerle, magazin eklerindeki güzellerle ve tarihin tüm kahramanlarıyla eşit oluveriyor. Bunu böyle anlamıyor, dillendiremiyor da ama ne zaman güneşi hissetse biraz daha huzurlu hissetmeye başlıyor. Güneş birkaç dakika içinde kendini loş karanlığa bırakıyor. O da tek başına oturduğu koltuktan kalkıyor, elbisesinin çekiştirip lambayı yaktıktan sonra yine elbisesinin çekiştirip oturmadan iki elini arkasına alıp elbisenin toplanmamasını sağlıyor; annesi laf etmesin, komşular orada burada konuşurken usturuplu bir kız desinler diye.

Özellikle güneşin böyle tatlı tatlı içini ısıttığı günlerde büyümek daha bir güzel oluyor gözünde; makyaj yapmak, topuklu ayakkabı giymek, para kazanmak, istediğini yapıp istemediğini yapmamak ve gözünün etrafından burnunun kenarından gün geçtikçe derinleşen çizgilere alışmak zorunda kalmak ve kaybetmek tüm sevdiklerini, kaygı duymak yarının getireceklerine karşı…

Ne olursa olsun büyümek lazım gelen, kaçınılmaz olan.

Birkaç kişinin yatılı okullara gittiğini duydu geçenlerde, bu fikir her yönüyle çok mantıklı geliyor. Yatılıya gitmiş bir tek Semiha ablasını biliyor, onlar taşınana kadar Zehra’nın en çok sevdiği, en iyi anlaştığı komşusu oydu. Zehra ilkokula giderken o da Zehra’nın okuluna bir uzun koridorla bağlı ama girişleri farklı olan ortaokulda okudu. Her gün beraber okula gidip gelirler, bazen Semiha’nın arkadaşları da onlara katılırdı. Buna rağmen annesi Semiha'yı da ailesini de pek sevmez sanki Zehra'nın aklına girmesinden korkardı. Semiha sonra İzmir’e gitti liseye, ilk sene sömestir tatilinde geldiğinde hayran kaldı Zehra ona, hiçbir değişiklik yoktu biraz boy atmış saçlarını toplamayı bırakmıştı sadece ama Zehra şimdi düşündüğünde bile hayalindeki kendisini, Semiha’nın o son gördüğü hâline benzetiyor. Semiha’nın ailesi emekli olunca kasabanın yeni konutlarından güzel bir ev aldılar kendilerine ikramiyeyle o da Semiha’yı bir daha hiç görmedi.

Yatılı okul, Semiha olmak ve büyümek üçgeninin tam ortasındaki Zehra, annesiyle babasına bu fikrini hiç açık açık söylemedi ama rehber öğretmenlerinin böyle şeylerden bahsettiğini, onu da başarılı bulduklarını falan anlatarak mesajını ailesine iletmeye çalışıyor. Babası bu mesajı onaylıyor, mantıklı olduğunu, burada herkesin sessizce öldüğünü ama büyük şehirlerde dünyanın başka olduğunu söylerken Zehra'nın gidişinin evde böyle açık yüreklilikle dillendirilmesi ve hiçbir duygu katılmadan tartışılması onun biraz içerlemesine sebep oluyor. Ailesi yok dese de o da bunu bahane edip bu fikri bir daha kendine hiç açmasa bu netlik sanki içine su serpecek ancak öyle orta yerde bırakıyorlar bu sözü, hiç arkası gelmiyor.

Annesi oralı değil zaten, ne büyüsün ne evden gitsin istiyor. Sadece telli duvakla beline kırmızı kuşağı geçirdikten sonra göndermeye razı, hatta bunu çok büyük bir içtenlikle umuyor. Annesi çok korkuyor bu gitmek işinden, kimi gönderdiyse geri gelmemiş. Babasının Almanya’ya gidip birkaç sene içinde onları da almanın sözünü verirken iki yaz sonra kucağında bebekle başka bir kadının haberinin geleceğini, yıllar geçtikçe gelen markların da evde olmasa bile hissedilen babanın da azalacağını düşünememiş belli ki onu uçaklarla uğurlarken. Ağabeyi Kıbrıs’a harekâta gidip dönmediğinden ne bayraklara sarılı bir tabut ne de bir mektup bile gelmediğinden, bir şehidin mi bir kaçağın mı yoksa kendine yepyeni bir hayat kurmuş vefasızın mı kardeşi bilemediğinden Zehra, okuldan yarım saat geç dönse ya da kocası vardiyasının değiştirdiğini haber etmese hemen tansiyonu yükseliyor.

Üç buçuk, dört ay kaldı sınava. O hep aynı hayali başka türlü kurduğu kızlarla ve karşıdaki esmer oğlanla son üç buçuk dört ay kaldı. Onlarla aynı liseyi tutturmak ister aslında ama pek çalışmıyorlar. Zehra ise günden güne yatılı fikrine alışıyor, oradaki arkadaşlarını yeni aşkları düşünüyor. Annesiyle artık sürekli tartışmaz hatta tatillerde birbirlerini özlediklerinden gül gibi geçinirler. Babasıyla pek arası yok, Zehra ayıbı günahı biliyor çok şükür, kızınız nasıl sorularına babası, “Çok akıllı, yukarıda Allah var, hiç üzmüyor babasını.” diyor. Zehra'nın aklına bazen babasının onun akıllı olduğunu nereden anladığı düşüyor, bunu düşünüyor bir süre çünkü hiç konuşmazlar aslında sadece rutinlerini birbirlerine onaylatırlar veya Zehra kesin emirleri yerine getirirken cevabı iki kelimeyi aşmayan sorular yöneltir babasına; “Çay mı içersin kahve yapayım mı baba?”

“Etütten öğretmenler ödev verdiler, kırtasiyeye gidebilir miyim?”

İkinci dönem okuldaki etüte yazdırttı kendini, çok pahalı olmayınca öğretmenler de gelsin diyince gidip gelmeye başladı. Cumartesi günleri sabahtan okulda oluyor etüdü. Bugün sabah da gitti geldi. Cumartesi günleri annesi günlere gidiyor, babası da çalışmadığında kahveye takılıyor. Zehra önce annesi o hafta kimin evinde toplanmışsa ona uğruyor, sonra eve geliyor. Bugünlerde öğretmenleri de fark ediyor ki okulda en çok çalışan hakikaten de Zehra. Bazen deneme sınavlarında kopya vermediği için ya da tüm ödevleri yaptığı için arkadaşları ile arası açılıyor ama zaten şunun şurasında kaç ay kaldı gidecek Zehra. Bazen fotokopi çektirmeye uğruyor etütlerden sonra kırtasiyeye. Kırtasiyenin çırağı ile belli belirsiz tebessümlerle merhabalaşıyorlar artık. Zehra yaz yağmurlarından birine yakalanıp, kırtasiyenin tentesi altına sığınıp çırakla zaman geçirmeyi bekliyor. Oysa biliyor Zehra, onların orada yaz yağmuru beş on dakika anca sürer, daha uzasa bile öyle fırtınalar kopartmaz, anca hızlı hızlı yürütür insanı içini çirkin bir rüzgârla üşütürken. kimse kimseye bir yağmurun bahanesiyle sığınmaz.

Zehra içten içe biliyor; gidenin dönmediği bu küçük şehirden gitmek, en az annesinin dizinin dibinde oturmak kadar zor olacak ve bir gece rüyasında hiç bilmediği bir şehrin rutubetli yatakhanesinde ağladığını görünce korkacak. Liseyi burada bitirip hayallerindekine benzemeyen ama münasip bir kısmetle evlenmek ise hep en doğrusu. Rüyasında artık ne büyük şehir ne dalgakıranlar...

Artık her gece içinde bir yumru ile uyuyacak.