Diyarbakır’da doğdum ve köyümüzde park yoktu. Seçim propagandalarında da asla ‘yaptık’ diye gururlanacak adayları görememiştik. Çünkü seçim nedir onu bile bellemiş olmasa gerektik bacak kadar boyumuz, kuş kadar aklımızla. Şöyle derin bir zihin yolculuğu yaptığımda, aslında parka ihtiyaç duyduğumuzu dahi hatırlamıyorum. Belki de parkın ne olduğunu bile bilmiyor olsa gerektik.


(Ne yani, bu da mı sınıfsal!) (Son köy ziyaretimde tek katlı okulun arka bahçesinde birkaç metrekarelik alanın, bir boy kaydırak ve ikili kurulmuş bir salıncağa ayrıldığını gördüm. Gözüm açık gitmeyeceğim.)


Büyüdüm, yaklaşık beş yıllık bir yaşamışlığın ardından metropollüğe aday bir kentin toprağına, suyuna bağladım artık kendimi. Yeni şehrimin Kocaeli olduğunu ortaokul yıllarına kadar anlamamıştım bile. Hatta eski şehrimin Diyarbakır olduğunu bile bu yıllarda öğrendim belki de. Çocukluk işte, nereye ait olduğunu bilmeden sadece geçen zamandan, yaşadığın şeylerden keyif almaya çalışıyorsun.


Parklarla ne zaman tanıştığımı, ilk park randevumu hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey parka gitmek için büyük bir hazırlık yaptığımızdı. Yani o kadar önemli bir mesel ki bu durum, annem yiyecekleri hazırlar, arkadaşlarıyla organize olur ve çocuklarıyla peşlerine takılıp büyük bir parka giderdik. Orada ne kadar güzel vakitler geçirdiğimi anlatamam bile. Parklar değerli sayılırdı. Şimdiler gibi sokak başına bir park yoktu o zamanlar.


Tabii zaman çabucak geçip gitmekte kararlıyken biz de çocuk kalmaya çalışıyorduk. Zaman üstün geldi ve büyüdük. Zamanla birlikte bazı şeylerin değiştiğini de öğreniyorduk, zamanla. Mesela süslenip püslenip gidilen park eğlenceleri artık normalleşmişti. Belediyeler çocukları henüz düşünmeye başlamış olsa gerek, adım başı park oluyordu. Ne diyorduk, zamanla bazı şeyler de değişiyor. Parklar artık eğlencenin adresi değil de masum aşkların yaşandığı açık hava muhallebicisi oluyordu. Ya da televizyondan gördüğü öpüşme tekniklerini uygulamaya koyan iki heyecanlı liselinin sessiz kuytusu. Ya da okuldan kaçıp vaktin geçmesini bekleyen gençlerin birbirlerine küfürler öğrettikleri bir hayat okulu.


Şunu görüyordum büyüdükçe. Herkes parka gidiyor. Parkların çocuklara özgü bir şey olmadığını çocukluğum bitince anladım. İş paydoslarından sonra bir sigara molasına ortak ettiğim banklarda insanları gözlerken, sağımda patik ören teyzelerin; solumda telefonla alacak verecek davasındaki abinin neden bunları parkta yaptıklarına anlam vermeye çalışırdım hep. Ve işin garip yanı da vardiyalı bir sistemin olmasıydı. Çocuklar okuldan gelir, yemek yer, parkta oynar ve evlerine giderlerdi. Yani saat 5'ten sonra parklar büyüklere devredilirdi. İşte bu vardiyalarda ne çok vakit geçirsem de hala insanların parklar ile neden bu kadar bütün olduğunu anlamadım.


Hiç alakasız bir bilmem hangi mevsim akşamında, saatin geç olduğu vakitlerde (sürekli gittiğimiz o park vardır ya hani) parkta bulmuştum kendimi. Yalnız bu parkı sevmemin nedeni karanlık ötesi bir karanlığa ve tanrıdan sonra en kimsesiz olmasına dayanıyordu. Sessiz sedasız, sakin, kimsenin olmadığı müthiş bir ortam. Sessizlik, büyüyünce değerli bir durum haline geliyor onu da öğrendim. (Ve parklar akşamları çok sessiz.) Artık çoğu kişiden kaçmak ve yalnız kalmayı rutin hale getiriyor insan bunu. Ben de bu furyaya katılmıştım artık.


O gece gittiğim o parkta birini gördüm. (Nedense ilk defa o gece gördüm.) Oturduğum bankın solunda birkaç metre uzağımda, çömelmiş bir biçimde oturmakta. Ne var canım park babamın değil ya, oturur tabii. Ne kötü ki o parkın benden başka birilerine misafirlik yaptığını bilmezdim, düşünmezdim. Belediye başkanının şahsıma tahsis ettiğini falan düşünürdüm. Oysa öyle değildi. Bu parka benden başka birileri geliyor ve o tam şu an karşımda. Tabii bu düşünceleri o an geçirmedim aklımdan çünkü o kişiyi görür görmez havaya uçup korkmakla meşguldüm. Alışmadık parkta elalem durmuyor demek ki. Herif sadece oturuyor neyinden korkuyorsun diye soruyorum kendime. Ne neden bunu sorduğumu ne de o kişiden neden korktuğumu bilmeden sadece kalbimin titreyişine kapılmıştım.


Birkaç saniye geçince hareketsiz olduğunu gördüm ve detaylı bakınca kaydırak demirlerinin gölgesinin çalıya (bitki) vurup, çömelen bir insan gibi göründüğünü anladım. Ancak bu beni yatıştırmamıştı ve nedense hala korkuyordum. İnadına korkuyordum. Canlanıp saldıracağını dahi düşündüm. Bir bitkinin canıma kast etme isteğini bir türlü anlamıyordum. Ve duruldum. Gülümsedim hatta utandım. Toplumun dayattığı erkek adam modelini çokça iyi taşıyordum o zamana kadar halbuki. Çoğu kavgadan galip gelmiş, gururuna laf yedirmemek için herkese rest çekmiş, delikanlı rolünü fazlasıyla güzel oynamıştım. İşte o erkek adam, o gece ışığın, demir parmaklıkların ve bir çalının koalisyonuna kurban gitti. O gece ilk kez parka korkumu taşımıştım. Neyse ki bunu bir ben, bir de solumda duran cansız eleman biliyorduk.