Çıkamadı… Yaşarken elini tutamayanların, öldükten sonra omuzlarına çıkamadı. Genç adam, sırtını dayadığı yegane şeyin musalla taşı olduğunu kendine yediremedi. Elini kefeninden sıyırıp usulca tabutunun kapağını açtı. Bu kapaktan onlarcası kapalı duruyordu. Tabutunun kapağını zamanında açamayanlar ,ellerini çukurlarından yukarı doğru uzattı lakin geç kalınmışlıklar tutulamayan ellerin cezasını çoktan kesmişti.Morgda kemikleşmiş kaslarına aldırmadan çevik bir şekilde tabutundan çıkıp kefenini ihram etti.Verildiği gibi yaşadı ama beklenildiği gibi çekip gitmedi dünyadan. Niyeti bir istiklal yürüyüşüydü; lakin ölülerle beraber akşam gezintisi düşmüştü payına. Yürünecek yol tükenmişti, fevkalade bir beyaz kağıdın yalnızca son satırının boş kalması gibi…Belki ek kağıt verilmemesi gibi… Ya da bir kağıt daha isteyecek kibirsizlikten arınmış olması ,genç adamı yolsuz bıraktı… Son satıra yazdıkları ,bir daha kravatını gevşetmesine lüzum bırakmayacaktı. yapılabilir olanı aradı. Kendi cenazesinin önüne geçti, soğuktan mermerleşmiş ayaklarını sürüyerek mezara doğru yürümeye koyuldu...Ne yazık, dünyada bırakabildiği son ve yegane iz yalın ayaklarıyla mezarlığın dar patikalarında bıraktığı rölyeflerdi...Toprağın onun için hazırladığı seremoninin ilk aşamasıydı sergideki rölyef …

    

     ‘Müsaade edin,meftanın geçmesine yardımcı olun’,kalabalığın uğultuları,kendi mezarına doğru yürüyen ehven-i şer delikanlının adımlarının sesiyle yarışıyordu.Yanından geçtiği her tufeyliye birer hediye bırakarak, kendisi için kazılmış ikiye birlik çukuruna doğru ilerliyordu.Kimi onun mutluluğunu istedi, gülüşünü, sevgisini istedi. Ne istediyse de aldı, geriye iki kemik bir beyaz ihram kaldı.


Bu çamurdan gelme kalabalık,mimarıydı bulanmış suların,irinlerin ve terkedişlerin

Doymadılar…Doyamadılar ki sebebi oldular mezarlıklardaki yırtık kefenlerin…       

  

     Çocuğun bir adım arkasında, köyünün imamı yürüyordu aynı istikamete…Sorulacak soruları birer birer anlatıyordu. Çocuk soğuk bir kış günü yorganın altına girer gibi çukuruna tek seferde girdi hızlıca…Başının altına biraz toprak yığdıktan sonra tahtalarla kendini/ihramlı bedenini örttü. Seremoninin en belirgin hamlesiydi bu.Çukurunun başındaki ağaca konmuş bülbülün nefesini ödünç alıp onlara haykırmak istedi delikanlı;’Yaşabilse…’,artık çok geçti,çoktan toprağın nemini emmiş ıslak tahtalar onun sus payını ödemişti. Terlemiş ellerle kürekleri tutan insanlar sanki kendilerini/hırslarını/günahlarını gömer gibi toprak atmaya başladı. Hızlı eller atılan toprakların arasından can acıtacak taşları birer birer topladılar. Toprak çukurun üzerini bir piramit gibi kapatmıştı, çocuk dönüp kalabalığa bir elveda bile diyememişti, ardından mezara su döküldü ama kimsenin susuzluğunu gideremedi. ’Keşke ben girseydim bu çukurun içerisine’ diyen hiç kimse cesaret edip ondan önce çukura giremedi.Kefaretler yağlı urganlarla bağlamıştı tufeylilerin bileklerini. Kalabalık çukura sırtını dönüp yürümeye başladığında herkes yaşanılan şeyi unutmuş gibiydi.Vakit artık sadece çukurların ve terkedilmişlerin ardakalanlardan kalan yaraları kapama vaktiydi.

    

 Mezarlıkta derin bir sessizlik oluştu.

      

    Herkes kimin gömüldüğünü anlamaya çalışıyordu. Çaldığı mutluluğu hızlı hızlı tüketmeye çalışanlar, aynadan çaldığı gülüşün kendine yakışıp yakışmadığını kontrol edenler durumun farkına varamamıştı.İşin aslında kimse ölmedi,işin aslında kimse gömülmedi. İşin aslında çukur sadece herkesin kendi çukurunu nasıl açıp, nasıl içerisine kendi başına girileceğini öğrenmesi için açılmıştı.Çukurlara en çok yakışanın soğuk olması,bülbüllerin nefeslerini mezarlıklarda ödünç vermesi ,çamurlaşmış toprakların ziyaretçilerin bileklerine hayasızca tutunması,yırtık kefenlerin sırasını bekleyenlere verdiği son öğüttü.