Şehrin sömürgeciliğinden ırak yatağında bengi yolculuğuna akan nehre eğilmiş, kendi küçük bedenini izliyordu adam. Güneşin başını alıp gittiği, ilahi yüzünü öte diyarlara çevirdiği vakitlerdi. Evrenin lacivert geceliği gökle birlikte yeri de sarıp sarmalamıştı ve gece adamın dışındaki her şeyi büyük bir ciddiyetle devleştiriyordu. Sular genişliyor, uzuyor, milyonlarca yıldız kümesinin aksini nehrin akışkan yüzüne sığdırabiliyordu. Görünmez hava genleşmiş, her köşeyi kaplamış, yine de hayata sığamamıştı ve sonunda üst üste katlanıp keskinliğiyle görünür bir rüzgara dönüşmüştü. Elbette gecelerin sadeliğinde her şey birkaç kat büyüyebilirdi. Bu normaldi. Ama içinde hiç susmayan o ses normallik sınırlarını yararak sil baştan yaza yaza serpiliyor, bedeninin özgür kalmış son ücralarını da ablukaya almaya çalışıyordu. Tüketiyordu adamı.


Nehre eğilmiş, yıldız akislerinin kıyılara çekilip de yer verdiği yüzsüzlüğüne bakarken sesi ilk duyduğu zamana gitti aklı. Her saniyesini yeniden anımsamaya çalıştı. Bedeni bu dünyada yer işgal edeli yirmi sene kadar ya var ya yoktu. Bir göz açıp kapamalık zaman... Bu kadarcık zamanda kadim bilgeliğin onca insan arasından gelip de kendisini bulması beklenemezdi. Haliyle bilemezdi. Tekrarlıyordu yine. Belki suçlu o değildi? Biraz rahatlattı kendini.


O zamanlar elleri herkesin elleri kadardı. Kalbi ortalama bir insan kalbinin bir günde çarptığından fazla bile çarpardı. Güzel sesi vardı. Boyu sıradandı, saçları gür, gözleri yaşıtlarınınki kadar parlak, beyni herkesinki kadar kıvrımlı… Neşeliydi. Neşelenmemek için hiçbir sebebi olmadığından neşeliydi sadece. Güneşin altında nereye varacağını düşünmeden bir yerlere gidiyordu. Yol kenarında yan yana, birbirine dokunarak, birbirini ısıtarak, bilinmeyen anlarda birbirlerinin hayatlarına belki yaptıkları bir parça ekmekle, belki bir kuaför salonunda dokunurken şimdi birbirlerinin varlığını kabullenmeyi ar sayarmışçasına görmeden, işitmeden, hissetmeden bekleşen, gözlerini karşıdaki ışığın kırmızıdan yeşile dönüşüne sabitlemiş, topluluğun arasına girmiş, hiçbir aykırılık belirtisi göstermeksizin beklemeye başlamıştı. Arkasında bir elin acele acele ceketini çekiştirdiğini hissetti. Şaşırarak dönüp baktı ceketine asılan ele. İncecik bir çocuk eli. Ucuz, kırmızı boncukların süslediği narin bir bilekten uzanıp gelen bembeyaz bir el.

"Abi," dedi inler gibi, "Sakla beni."

Şaşırdı adam. 

 "Abi, o geliyor. N’olur sakla beni."

 "Kim?" diye sormak bir an için aklından geçti, yalan değil. Ama sormadı. Kırmızı yeşile dönmüş, bir ferdi olduğu dümdüzler güruhu monoton yürüyüşe geçmişti. Aralarına karışıp yolun karşısına geçtikten sonra durup geride bıraktığı çocuğa baktı. O narin bilek kaba bir pençenin kıskacında çekiştiriliyordu şimdi. Belki dilenci belki de hırsızdı, kim bilir? Adam gayriihtiyari elini arka cebine atıp cüzdanını kontrol etti. Neyse ki cüzdan yerindeydi. İçi rahatlamış olarak yoluna devam etti.


Günler sonra bir tren istasyonundayken duydu aynı çocuk sesini. Ama daha belirsiz ve derinden. "Allah rızası için..." diyordu bu defa. Dönüp baktı sesin geldiği yere. Çocuğun dilenmek için havaya çevrilmiş elini, ince narin bileğini, bileğindeki kırmızı boncukları görünce tanıdı. Yanılmamıştı demek, bir dilenciydi çocuk. İçi daha bir rahatladı, kendine güveni arttı. Geçip gidecekken yine de durdu aniden, ne de olsa iyi adamdı. Elini cebine atıp bozuk paralarını yokladı, yakaladığı iki üç şıngırtıyı çocuğun önüne bırakmak için eğildi. O vakit gördü kendisine açılan avcun ceketini çekiştiren değil de öteki ele ait olduğunu. Diğer elin yerinde ise sımsıkı bağlanmış kanlı, kirli bir bez parçası sarkıyordu. Olduğu yerde dondu kaldı adam. "Eline ne oldu?" dedi sesini çocuktan sakınmayı beceremeden. Çocuk başını kaldırdı. Adamın yüzüne önce hüzünle baktı, sonra baktığı yüzü tanıdı ve öfkeye evrildi hüznü. Böylece açık avcunu da geri çekti. Bakışı da sitemi de duydu adam. Yerinden doğruldu, sendeleyerek yoluna devam etti. Açık havaya çıkıp da gördüğü ilk banka kendini bıraktığında kalbinin olağan ritmi yerine döne dolaşa kendini tekrar eden, öfke, hüzün ve utanç güdümlü sesi hissetti. Ses, göğüs kafesini öyle bir hücumla sahiplenmişti ki geride ne kalbine ne de ciğerlerine yer bırakmıştı. Her bir organı havasızlıktan ufalmış, bir kıyıya büzüşmüştü.


Sonraki günlerde mevzuyu da kalbini de önemsememeyi denedi. Sesi o kadar sık duymuyordu, belli belirsiz bir sayıklama gibiydi artık. Günleri olağan ritmine kavuşmuş bile sayılırdı ama bir şey fazlaydı: Göğsündeki, kalbi ve ciğerlerinden sese devrolunmuş; ses de kendini bir parça geri çekince ortada kalmış boşluk. Sanki naylondan küçük bir çantaya alabileceğinden daha fazla şey tıkıştırılmaya çalışılmış, sığmayınca hepsi birden geri boşaltılmış, çanta da sündüğüyle kalmış gibiydi içi. Fazlalığın meydana getirdiği o çukurlarda günler boyu başıboş dolaşan sayıklama, bir gece gezindiği yerlerden sıkılıp rüyasına sızdı adamın. "Şşş," dedi, "Şşş!" Korkudan başını kaldıramıyordu adam. Utanıyordu. "Şşş, baksana bir." Bir vakitler küçük bir çocuğun bileğine dizilmiş boncuklardan bulaşıp da göğsünde pusuya yatmış o sitem şimdi yeniden uyanmış, bu defa beynini kemiriyordu adamın. Giderek şiddetleniyordu. Af diler gibi kaldırdı yüzünü adam. O zaman kırmızı boncuklarla aynı anda, kafatasına hükmetti ses: "Senin yüzünden!"

Bu kısacık cümle; anı diye, fikir diye, tek gerçeklik diye hep olduğu yerde kalmaya, büyümeye ve çoğalmaya karar verdi. Önce bütün düşlerinde karşılaştı sesle. Böylece düşlerinden kaçtı adam.


Sonra bir sabah içtiği bir kaşık çorbada kaşığın içine yuvarlanıp boğulur gibi olunca anladı sadece gecelerine değil gündüzlerine de el konulduğunu. Ve zamanla ahir hayatın köşe bucağından gelen her haberin kılığına bürünmeyi öğrendi ses.


Dediler ki: "Çok uzak bir diyarda her şey tepetaklak olmuş." Ses haykırdı yüzüne ve beraberinde dilini aldı. Adam yorulmuştu. Çaresizliğini gizlemedi. Yine de adamın boşa çıkan ağzını kendi varlığıyla doldurdu ses. 


Dediler ki: "Vah zavallı ihtiyar yokluğa daha fazla dayanamamış." Ses haykırdı yüzüne ve beraberinde saçlarının parlaklığını aldı. Adam aynalara bakmaktan vazgeçti.


Dediler ki: "İşte tam şurada, birileri..." Ses haykırdı yüzüne ve beraberinde gözlerine hükmetti. Parmaklarını kısalttı. Kulak zarını kapladı. Büyüdü ses, o büyüdükçe kendine yer açmak için adamın varlığını küçülttü. Bir ara sesin hükümranlığına boyun eğip onun dilediğince davranmayı bile denedi adam. Meydana çıkıp bas bas bağırdı, anlattı, haykırdı, parmak salladı önüne gelene ama artık geri dönüşsüz yola girmişti. Sese yer açmaktan o kadar küçülmüştü ki hiç kimse onu görecek kadar önemsemedi. Birkaç keskin göze denk geldiyse bile sadece deliliğine bakıp bakıp güldüler. Sonunda felaketini kabullenip son kalelerini de teslim etti adam. Sesin içine çekildi.


Şimdi şehrin âmâlığından ırak yatağında kendi masumiyetine akan nehre eğilmiş, bütün varlığını kaplayan sesin haklılığını izliyor ve en başından en sonuna dek anlıyordu. 

"Benim yüzümden." dedi.