Üçümüz de çocuk gibiydik şimdi, tepeden aşağı taş, kaya yuvarlıyor ve sonra hangisi en uzağa gidecek diye yarışıyorduk. Ve onlar aşağı doğru son hız yuvarlanırken bir başka kayaya çarpıp parçalanırsa ve bu anda da gür, tok bir ses çıkarırsa daha bir heyecanlanıyor, nedense ayrı bir haz alıyorduk.


Nisan ayıydı, öğleüzeriydi. Yemeğimizi yemiş, çayımız elimizde, sendikada ayaküstü sohbet ediyorduk. O ara konuştuğumuz mevzular mı oraya bağlandı yoksa bağlantıyı ben kafamda kurup da sanki doğalında mevzu oraya gelmiş gibi mi davrandım bilmiyorum ama artık nasıl olduysa ben, “Hadi dağa çıkalım.” dedim. Aslında kimsenin bu sözü umursamayacağını ummuş ve hatta bunu istemiştim. Çünkü kimi zaman insanın başına gelen “cümle daha ağızdan çıkarken söylediğine pişman olma” durumunu yaşıyordum. Ama Ali’yle Süleyman, diğerlerinin yan çizmesine aldırmadan “Hadi hocam, aynı hızla.” diyerek bardakları bırakmış, kapıya yönelmişlerdi bile. Ben de -biraz gönülsüz-aceleyle son yudumumu almış, koşmuştum artlarından... Ali ve Süleyman aynı evde kalırlardı; genç, heyecanlı çocuklardı. İkisinin de ilk tayin yeri burasıydı ve onlar geleli yedi sekiz ay kadar ancak olmuştu. Ve nedense çok güzel bir muhabbet vardı üçümüzün arasında. Yaşça büyük olduğumdan “yaverlerim” derdim bu ikisine.


Sonra yürümeye başlamıştık dağa doğru. Bir yandan yürüyor, bir yandan da ya türkü söylüyor ya da sohbet ediyorduk. Ve biz sohbet ettikçe ve biz türkü söyledikçe sanki dağ, bize ortak olmak ister gibi yakınlaşıyor, yakınlaşıyordu. Sanki biz ona gitmiyorduk da o bize geliyordu... Her dağ gibi Makam Dağı da uzaktan bir karış görünür ama yürüdükçe ve yakınlaştıkça heybetini belli ederdi. Yakınlaştıkça belirginleşen tek şey ise heybeti değil, ondan daha çok güzelliğiydi. Uzaktan bakınca o, kimi yerlerinde dağınık yeşillikler bulunan sıradan, sapsarı bir tepe gibi görünür. Ama yakınlaştıkça açılır, derinleşir, güzelleşir. Dar patika yolları, yol kenarlarında serpilmiş meşe ağaçları, binbir zahmetle yapılmış sulama havuzları, hayratları, tahtları, barakaları, badem bahçeleri ve dahası kekiği, çekirgesi, karıncası, gülhatmisiyle Makam, efsunlu bir güzellikle sarılır size. Gözlerinize, kulaklarınıza, burnunuza ve teninize dolan bu güzellik içinizde, en derin yerinizde, daha siz farkına varamadan bir sese dönüşür: “İyi ki buradayım…”


İyi ki buradaydım. Suyu, içinden geçtiği boruları parçalamak istermişçesine gür akan büyük çeşmeye doğru yürüyorduk. Ve dilimde bir türkü vardı: “Dağlar dağımdır benim/ gam ortağımdır benim…” Öyle hissediyordum ki şimdi, şu an derdimi anlatsam Makam’a, kesinlikle dinlerdi beni. Bundan hiç şüphem yoktu. Öylesine güzel bir sarhoşlukla yürüyorduk ki çıktığımız yokuşları, dik yamaçları hissetmiyorduk bile. Ve yüzümüz toz, gövdemiz ter içinde varmıştık çeşmeye. Önce kana kana su içmiş; sonra başımızı, gövdemizi yıkamış ve yorgunluğumuzu toprağa emanet etmek ister gibi rastgele uzanmıştık yere. Üçümüz de dalgın, nisan ayının berrak, sanki her zamankinden daha mavi olan gökyüzünü seyrediyorduk şimdi. Sanki aramızda şöyle bir anlaşma vardı: “Gökyüzü çok güzel, hiç ses çıkarmadan izleyelim…” Üçümüz de bu anlaşmaya hayli zaman uyduk. Ama Ali’nin de Süleyman’ın da serinde gençlik vardı. İlk ayaklanan Ali oldu. Yamacın yanına gitti ve büyükçe bir taşı kavrayıp aşağı yuvarladı. Gürültüye uyanan Süleyman, “Hadi gel yarışalım.” diye fırladı yerinden, “bakalım kim daha uzağa yuvarlayacak?” Seslerini duyunca umursamadım önce ama heyecanları, gülüşleri, mutlulukları yavaş yavaş benim de kanımı kaynatmaya başlamıştı. Yavaşça doğruldum ve bir taşı kavrayıp “Durun hele, bu işin ustası geldi.” diyerek yanlarına yanaştım... Üçümüz de çocuk gibiydik şimdi, tepeden aşağı taş, kaya yuvarlıyor ve sonra hangisi en uzağa gidecek diye yarışıyorduk. Ve onlar aşağı doğru son hız yuvarlanırken bir başka kayaya çarpıp parçalanırsa ve bu anda da gür, tok bir ses çıkarırsa daha bir heyecanlanıyor, nedense ayrı bir haz alıyorduk.

 

İşte böyle çocuklaşmışken birden Süleyman’ın büyüyesi tuttu ve hemen ciddileşti. Bir an durdu, attığımız taşlara ve aşağılara doğru baktı ve neden sonra, “Şu attığımız taşlar var ya abi, bunlar bir daha hiçbir zaman burada olamayacaklar.” dedi. Biri kendine yük edip de buraya çıkarmazsa elbette bir daha burada olamayacaklardı ve bunda şaşılacak bir şey de yoktu. “Öyle değil abi. Sadece bizim attığımız taşlar değil; yağmurun, rüzgârın, insanların ve daha nicelerinin etkisiyle şu gördüğümüz dağdan kopan ve aşağılara yuvarlanan hiçbir taş, hiçbir toz tanesi bir daha buraya, yukarılara gelemeyecek.” diye devam etti. “Neden?” dedim ve “bu neyi değiştirir ki, ne anlatmak istiyorsun?” Fizik öğretmeniydi Süleyman; ben soruyu sorar sormaz termodinamiğin ikinci yasasından girdi, entropiden çıktı. Söylediklerinden kavramları ayıklayıp işin özüne bakınca ne demek istediğini anladığımı anladım. Diyordu ki Süleyman; Makam Dağı her gün biraz daha aşınıyor, parçalanıyor, ufalanıyor ve aşağılarda, düzlüklerde birikiyor. Onun boyunu uzatacak, gücüne güç katacak hiçbir kuvvet yok artık ama aşındırıp yok edecek o kadar çok kuvvet var ki… Biz ne yaparsak yapalım, eninde sonunda yenilecek Makam Dağı. Ve ondan geriye sığ, ruhsuz, biçimsiz bir düzlük kalacak. Belki milyonlarca yıl sürecek ama bu olacak, çaresi yok...     


Bunu anlayınca bıraktık elimizden taşları. Suçlu gibiydik; çocukça oyunumuzla sanki ömründen çalmıştık güzel dağımızın. Bir an Makam’ın olmadığını düşündüm. Şöyle bir bakındım etrafıma. Öyle ıssız, yaban, tanınmaz geldi ki her yer. Anladım; o bize değil, biz ona aittik. Onsuz ne bir dere, ne ağaç, ne kuş ve onsuz ne biz… Olamazdık; çünkü dağımız, tanımımızdı...


Aşağı indiğimizde aklımın bir yerlerinde Nazım’ın Yaşamaya Dair şiiri dolanıyordu. Dağıma hüzün bulaşmıştı. 



Umut Ulaş Çelik

21 Temmuz 2020

Gültepe