Anamın anlattığına göre vakti zamanında küçük dayım, -henüz birkaç aylık iken- ciddi bir şekilde hastalanmış. O zamanlar hastalık demek, ölüm ihtimali de demek olduğundan dedem, epey telaşlanmış. Eh, kundaktaki bebek hem aileden bir can hem de son beşik olduğundan, insanların telaşı ve kaygısı anlaşılır... 


Vakit, atmışlı yılların sonu, mekân, Kars'ın küçük bir ilçesinin köyü ve mevsimlerden kış. Her yer kar tipi ve çocuk hasta. Üç kat battaniyeye sarılmış bebeğin kızakla güç bela götürüleceği kasaba hastanesinde doktor olup olmadığı ve varsa da çare olup olamayacağı şüpheli. Dedem, inançlı adam. Yol boyunca dua edip durmuş Hızır'a. "Eeeyy Bozatlı Hızır! Sen bu yavruyu bize bağışla. Eğer bu yavruyu bağışlarsan bir koç kurban edeceğim." Dedem, bu minval üzere hem yakarıp hem de yavrusunun canı hesabına bir başka canı kurban vermeyi taahhüt ederken bir yandan da dayımın ateşini, hâlini vaktini kontrol edermiş. Ve hastaneye henüz varmadan hafiften anlamış ki çocuğun durumu öyle pek de iyi değil. Ateşi yüksek ve soluğu da iyi çıkmıyor. Elbette bu, üzüntüye öfkenin de karışması demek. Evet, dedem inançlı bir adam ama eşit derecede asabi de biri. İşte bu ikisi, böyle ağır bir süreçte çatışınca, aradaki bariyerlerin kalkması da olağan hâle geliyor ve dedem, "ulan sen bu çocuğu kurtarmazsan var ya..." diye başlayarak, ver ediyor kutsallarına küfürü. İşte bu şekilde dua ve küfür bir arada çalkalanadursun nihayet dayım hastaneye yetiştiriliyor ve o, birkaç gün içinde toparlanıp iyileşiyor... Bu hikâye burada bitse de yaşananların bendeki anlamı bugüne kadar bitmedi; aksine, arttı ve derinleşti. Dedemi ve inancını düşündüm. Ve bana öyle geliyor ki o, gerçekten ve çok samimi bir inanca sahipti ve bundan hiç bir şey kaybetmeden, son anına kadar da öyle yaşadı...


Dedem için Allah da Ali de Hızır da onun dostuydu. Çocuğunu hastalıktan kurtacaksa onlar kurtaracaktı. Umudunu onlara bağladığı için öfkesi de onlaraydı. Allah, öve öve göklere çıkarılan ve göğe çıkarıldıkça insanlarla bağını koparan bir ulu varlık değildi. Onun için Allah, sözde değil, gerçekten de her daim yanında yöresinde, oturduğu sofrada, yürüdüğü yolda, ektiği tarlada, yağan yağmurda olan bir varlıktı. Bir eski zaman kralı gibi kurallar, kaideler koyan ve bunlara uymayanlara türlü cezalar verip işkenceler eden bir varlık olarak görmedi asla. Ali dostuydu dedemin, Hızır yardımcısıydı. Allah'a sadece dua etmez, sohbet de ederdi. Bir şeyleri samimiyetle ondan umar, olmadığı zaman da kızardı. Çünkü dost, arkadaş, yoldaş bugünler için vardı. Elbette sıkıldığı, üzüldüğü zaman ona çatacak ve yine ona kızacaktı. O olmasa, bunca yaşadığı acıların, dertlerin, sıkıntıların öfkesini kim, nasıl çekerdi? Bir komşusuna çatsa mesela, kardeşine çatsa, eşine, oğullarına çatsa, durup da derdini anlatsa, ağlasa, ilense, o büyük öfkesiyle birinin yakasını tutsa... kim ne kadar dinlerdi ki onu? Ama Allah'a, saatlerce, günlerce derdini dökebilir, gereğinde kızıp bağırabilir ve mümkün olsa, yakasından tutup silkeleyebilir... Dedem, kasketli, bıyıklı, bir yaşlı adam ve... Allah'ın dostu...


Yine birgün, dedemin bir ara oruç tutmadığını görüp sormuştum. Zira ben, öyle bilirdim ki dedem, oruç ayını kesinlikle kaçıran biri değildir. Cevabı şöyle olmuştu dedemin; "küstüm, bu yıl tutmayacağım... Baksana, Sivas'ta onca canımızın canını korumadı..." İşte böyle söylemişti ve galiba küskünlüğü, yıllarca sürmüştü.


Dedem öleli yıllar oluyor. Öte dünyaya küskün mü gitti, bilmiyorum ama öyle değilse de kırgın gittiği bir gerçek...




2 Temmuz 2023

Gültepe