İlyas adında bir arkadaşım vardı; arada bir yanına giderdim sohbet etmek için. Artık bir espri olmuştu aramızda şu söz; “İlyas, pantolonun kirlenmiş.” Görev yaptığımız ilçenin yolları genelde çamur olurdu ve görev icabı takım elbiseler giyinmiş olan her birimiz, dikkatlice yürürdük. Elbette İlyas da dikkatli yürürdü ama nedense bir tek onun ayakkabıları ve pantolonu çamur olurdu. Hatta bir keresinde: “Umut, inan ki Frankenstein gibi ayaklarımı sürüyerek yürüyorum üstüm kirlenmesin diye ama hep böyle oluyor” demişti kime ve neye sitem edeceğini bilemeden. Elbette bu, aramızda bir espriydi sadece. Ben “yine batırmışsın üstünü” diye ona takılır, sonra sözümü unutur, o canım kasap sucuğunu ekmek arası yapıp öğlen yemeğimi yerdim.


Evet, İlyas’ın paçası çamurlu pantolonları meşhurdu. Peki ya benim? Galiba delik çoraplarımdı beni de meşhur eden. Nasıl ki İlyas, bir tek gününü huzur içinde geçirmek için yürüyüşünü değiştirmek zorunda kalıyordu ben de ayağıma çorap takarken her defasında kontrol etmek zorunda kalıyordum. Kimi zamanlarda ise elime delik bir çorap geçiyor ve ben “Amaaan, sanki nereye gidiyorum ki. İşten eve, evden kahveye ve kahveden eve… bir şey olmaz” diyerek umursamıyordum. İşte ne zamanki delik çorabı umursamıyordum, o gün muhakkak bir misafirliğe gidiyordum. Bu öyle bir tesadüftü ki ben, “delik çorapla birilerine yakalanmam bir doğa kanunu olmalı” diye düşünmeye başlamıştım. Evet, bu bir doğa kanunuydu. Zira her dönem başında yirmi adet yeni çorap almama ve haftanın beş günü yepyeni çoraplarla gezmeme rağmen ne zamanki delik olanı giyiyordum işte o vakit birileri beni evine davet ediyordu. Hatta kimi vakitler, misafirliğe giderken giyindiğim çorabın bir müddet yürüyünce delindiğini, parmaklarımdan birinin özerkliğini ilan ettiğini anlıyor ve kendi kendime “LAN” diyerek terlemeye başlıyordum. Belki bir umut, içeri girer girmez ve kimseler görmeden ev terliği alıp çorapları kamufle edebilirim diye kafamda kurmaya başlıyor, yürüdüğüm yolu zehir diyordum kendime. Çorapları terlikle kamufle etmem ne mümkün! Yok gardaş. Özerkliğini ilan eden parmak illa benden önce merhaba diyecek millete. Ondan sonra çorapları çıkarıp bir kenara da koysam, salona geçtikten dakikalar sonra bir zahmet önüme bırakılan terlikleri de giyinsem artık herkesin aklında tek bir şey olurdu; özerkliğini ilan etmiş olan parmağım.    


Efendim, az önce dedim ya, benim delik çorapla yakalanmam bir doğa kanunu. Malum ya (değil aslında) abim matematik öğretmeni. Üşenmemiş, bir keresinde ona sormuştum bunu. “İşte şu kadar çoraptan şu kadarı delikse ve yılda şu kadar kişiye misafir oluyorsam benim delik çorapla yakalanma ihtimalim kaç” diye. Abim,“ben bunu çözemem, matematik profesörünü getir, tırtlar” demişti. İşte o günden sonra, delik çoraplarımla barışmaya karar verdim ben. Tamam, buna karar veren bendim de kimsenin bundan haberi yoktu ki. Ben ne kadar barışık da olsam, bir ortama girdiğimde herkes ve hemen ayaklarıma bakıyordu ve bana ne diyeceğimi unutturuyorlardı. Sonradan anlamıştım ki bana, İlyas gibi birileri gerekiyordu. 


Ah dostum İlyas… Onun paçaları çamurlu, benim çoraplar delik. Ev zaten perşembe pazarı gibi ama hiçbir şey umurumuzda değildi ki… Kitaplardan konuşurduk onunla sonra filmlerden sonra dinden sonra memleketten sonra halkımızdan. Yirmili yaşlarının başında, henüz atanmış öğretmenlerdik. Bir büyük hayalin, bir büyük umudun, bir büyük mutluluğun içinde devinip duruyorduk. Ellerimizde sucuklu ekmekler vardı ve biz, İsa’nın, Raskolnikov’un ve Martin Eden’in acılarını konuşuyorduk. 


Sakın ha; önemsiz bir şey deyip geçmeyin, bir insanın sizin yanınızda delik çoraplarından utanmamasını. Gözlerinizin yarım saniyelik bir bakışı sadece o ânı, o günü değil, bir arkadaşlığı da silip atabiliyor. Gülmeyin ama bence dostluk, yanındayken çoraplarından utanmadığın kişiyle kurulabiliyor.  




16 Aralık 2022

Buca