Havaya ne oldu böyle? Bunu hiç hesaba katamadım. Sabahın erken saatlerinde serin bir hava vardı. Kar yağacağı aklımın ucundan bile geçmedi. Eski yolun yerine sahilden gitmeyi tercih etmeliydim belki de, rakım yükseldikçe yağış artıyor çünkü. 

 

Araba kullanma gerilimindeyim. Aslında birçok şeyin gerilimi üzerimde.  

 

Müzik olsa biraz hafifleyebilirdim. Güzel gidebilirdi hatta. İç sesimle baş başayım ve bu sefer hiç hoşuma gitmiyor. Hayatımın bitmek üzere olduğunu hissediyorum. Paranoya yılışıyor üzerime katil sessizliği fırsat bilerek.  

 

Biraz müzik dinlemek iyi gelirdi. Klasik müzik, barok döneminden tabii. Torpido  

 

gözüne baktım, kağıtlar kağıtlar peçeteler peçeteler parfüm marfüm lanet olsun!  

 

Parmak uçlarımla direksiyonda ritim tutuyorum. Kendimdeyim ve vicdanım rahat. Gözler ovuşturulur, boyun çıtlatılır, şöyle bir sigara yakılır... Mecburen camı biraz indirmem gerekecek... Soğuğa aldırış etmeden bunu yapmalıyım. Karşıma çıkan ilk gaz istasyonundan bir kahve alsam iyi olur. Hem oralardaki marketlerde albüm falan da satıyorlardı sanki, öyle hatırlıyorum, kameralar umurumda değil, yakalanacağımı biliyorum.  

 

Daha çok çöp albümler satıyorlardı sanki istasyonlarda. Ne bileyim, türkçe pop gibi mesela... Bilmiyorum, uzun zaman önce rastlamıştım, belki şimdi doğru düzgün bir şeyler koymuşlardır o raflara. Şimdi kesin bir tane bile albüm satmayan kokuşmuş bir  

 

gaz istasyonu çıkar karşıma. Seçim lüksüm yok açıkçası. Tek tek hepsinde duracak değilim. Şöyle dışardan bakılınca biraz anlaşılır ama içinde ne olup ne olmayacağını da bilemezsiniz. Belki Belgin'i yollarım şöyle bir bakıp gelmesi için. Gerçi pek fark etmez ama yok yok; eşkalim vukuat haykırıyor...  

 

Herkesi kaybettim. Her şeyi kaybettim. Geri dönüşü olmayacak bir şey yapmak için yaşım çok küçük! Hiçbir şeyin artık eskisi gibi olamayacağını biliyorum!  

 

Çok üzgünüm, çok üzgünüm... Buz gibi havada ateş almış yanıyor gibiyim. Acaba gerçekten ateşim mi var? Üşütmüş olabilirim. Hasta olursam biterim demektir. 

 

Sinirlenmeye başlıyorum, sinirlenmemem lazım. Amansız bir çekişme, bir curcuna  

 

var kafamın içinde.  

 

Hiç tekin gelmiyor bu yollar. Nereye gidiyorum lanet olsun bu yol yükseklere gidiyor! 

 

Derhal bir tabela görmem gerekiyor, geri dönemem...  

 

Direksiyondaki ellerim kaderinin demir parmaklıklarına sıkı sıkıya tutunan bir idam mahkumunun çaresizlik dolu öfkesiyle titriyor. Belgin uyandığında bu halde olmamalıyım. Beni böyle görmemeli. Tilki! Hemen anlamlar çıkarır halimden, zayıf olduğumu düşünür, hapse gireceğimi ve uzun zaman birbirimizden ayrı kalacağımızı düşünür büyük ihtimalle.  

 

Dudağımdaki sigara yarıya gelmeden sönüverdi. Ananı sikeyim kış! İşin kötüsü  

 

klimayı da açamıyorum. Dün geceyi düşünme, dün geceyi düşünme. Yerinde kim olsa aynısını yapardı, yerinde kim olsa aynısını yapardı. Hatta belki de yapamaz, sadece teşebbüs etmekle kalabilirdi... Daha kötü... Daha mı kötü?  

 

Acınası bir haldeyim. Saplandığım bataklıkta tek çubuk uzatan varlık şu yan koltukta uyuyan dünyalar güzeli varlık. Dipsiz kuyunun ipsiz kovalarıyız. Gözlerim doluyor, kafamdaki sahneler yoruyor. Kulağımda inim inim inleme sesleri yankılanıyor.  

 

Şah damarından suratıma fışkıran sıcak kanları hissediyorum buz kesmiş suratımda. Ayağımın dibine yığıldığında sönüp giden nefesi, bilardo topu gibi açılmış gözleri, zihnimin uçsuz bucaksız koridorlarını aşındırıyorlar. Bir oraya bir  

 

buraya, bir oraya bir buraya.  

 

Otoyol bomboş. Dağlar beline kadar sise gömülmüş. Koca koca buz sarkıtlarıyla süslenmiş yolcu duraklarının içerisinde yatan köpekler birbirlerine sımsıkı kenetlenerek ısınmaya çalışıyorlar. Donarak ölmemek için belirli aralıklarla otoyolda yankılanan acı acı sesler çıkartıyorlar, sızlanıyorlar, huzursuzca birbirlerini dürterek uyutmamaya çalışıyorlar.  

 

Belgin'in yuvarlak burnu pembeleşmiş, palyaço burnu gibi olmuş. Beresinden taşan saçları pamuk gibi görünüyor. Arka koltuğa uzanıp kendi pikemi kapıyorum ve üzerine hafif bir kat daha örtüyorum. Ayaklarım uyuştu. Arabayı sanki bir yatağın çarşafının üzerinde sürüyorum. Tanrı ufacık bir çocuk, arabanın tavanından  

 

tutarak hınnn! Vınnn! nidalarıyla belirliyor istikametimi. Nereye gidiyorum ben, nerede bu tabela! Bu uçsuz bucaksız beyazlığın ortasında, ön camda siyah bir leke beliriyor. Bu havada hangi kuş ne amaçla kanat çırpıyor olabilirdi ki? Leke gittikçe büyüyor, yayılıyor, genişliyor ve genişliyor... En sonunda görüş alanımı tamamen kaplıyor ve arabayı yutuveriyor. Gerçekten bir molaya ihtiyacım var. Bu delikten çıkar çıkmaz bir gaz istasyonu veya en azından bir tabela görmek istiyorum.  

 

Belgin bebekken tünellerdeki ışıklara bayılırdı. Konuşmayı öğrendiğinde ilk söylediği kelime ışık-tı. Tabi bir süre 'ıfık' dedikten sonra zamanla 'ışık' dedi. Odasında ışık çıkaran çeşit çeşit oyuncaklar vardı. Tam dört çift ışıklı ayakkabısı vardı. O eski güzel günlerde,  

 

bizim babalık ne zaman bir tünele yaklaşsa hızını düşürür, sıcak bir tebessümle Belgin'i izler, yemyeşil gözlerinin içinde bir parlayıp bir yok olan tünel ışıklarını yakalardı.  

 

Fakat şu an bir gece sürüşünde değiliz.  

 

Tünel kasvetli. Çıkışta bir istasyon görüyorum. Açlık da hissediyorum, Belgin'i uyandırıp küçük bir alışverişe yollasam iyi olur.  

 

Arabayı istasyonda  kısmen güvenli bir yerde kenara çektim. Sabaha kadar çatıda oturmasaydım belki de şuan kendi yatağımda gamsızca uyku çekiyordum. O sesleri duymayacaktım. Belgin için huzurlu bir uykunun mümkün olmadığının farkında bile değilken kaç gece keyifli uyku çektim ben? Ne zamandır duymuyordum acaba sessizliğini? Belgin'le bu konuyu nasıl  

 

konuşabilirim bilmiyorum. 

 

Camı kırarak içeriye daldığımda şok içerisindeydi, ağlıyordu. O pislik herifin oracıkta boğazını kestiğimi gördü. İçimdeki yaratığı gördü. Bagajdaki cesedi ne yapacağımı merak ediyor. Acaba benden ne zamandır nefret ediyordu? 

 

Yolculuğun sonunda bu arabayla birlikte kül olacak bir ceset...