Bugün sessizlik yemini ettim. Tek kelime etmem artık kimseye. Okulda zaten toplasan üç tane arkadaşım var. Onlarla çoğu zaman sessizliğin tadını çıkarıyoruz. Mahalledeki çocuklar desen hiç sevmiyorlar beni, aramızda hiç iletişim yok. Geçen kış kartopu yağmuruna tuttular, bu kış kartopunu balkonda oynamak zorundayım. Süper.  

 

Bütün oyuncaklarımdan aniden soğudum. Bir anda anlamsız gelmeye başladılar. İçimdeki neşeye inen ilk darbeyi hissediyordum. Arka mahalledeki çocuklarla kaynaşmayı denemiştim ama hemen dışlanmıştım. İyilikten anlamayan tiplerdi çoğu. Annem hakkında ileri geri laf ettiler mesela ilk başta; yok kısacık etek giyiyormuş, yok bilmem neymiş... Sapık piçler. En son dayanamadım, aralarından birine saldırdım hiç beklemediği bir anda.  

 

Birlik olup dayak attılar bana parkın ortasında. Yolun kenarındaki su birikintisine düştüğüm an hissettiklerim yazılmaz buraya.  

 

Eve döndüğümde annem halimi görünce eliyle ağzını kapattı. Hareketsiz bir şekilde bana baktı öylece. Gözleri dolmuştu. Farkındaydı çünkü eziğin teki olduğumun. Duşa sokup bir yandan yıkadı, bir yandan da ağladı. 

 

''Anne, ben ezik değilim, ağlama.'' 

 

''Babaannenin hediyesiydi o kıyafetler bebeğim.'' 

 

Sıçayım babaanneme. Burnunu karıştırıp koltuğun arkasına sürmekten başka bir bok yaptığı mı var? En son geçen hafta geldiğinde yakaladım. Babam Netflix  

 

izliyordu, ruhu duymadı. Dayanamadım söyledim, ''Terbiyesizlik yapma.'' dedi. Terbiyesizlik mi yapmıştım şimdi? Saçmalığa bak. Öylesine mi çıktı ağzından bu kalıp. Asıl terbiyesizlik babaannemin yaptığı değil miydi? Sikime takmamalıyım bazı şeyleri ama nasıl? 

 

Milletin stres topu olmaktan bıktım. Başına ne geliyorsa çenen yüzünden geliyor derdi amcam. O yüzden sessizlik yemini etmedim tabi... Tek sevdiğim insan sırra kadem bastı. Mahalle dedikodularla çalkalanıyor ama hiçbirinden haberim yok. Bizimkilerden duyduğuma göre met bağımlısı abisi kaçırmış, polisler peşlerindeymiş, her yerde aranıyorlarmış. Merak ettim, internetten met dedikleri şeyin ne olduğuna baktım. Berbat bir şeymiş, dişleri döküp deriyi çürütüyormuş, zombiye dönüştürüyormuş insanı. Abisini  

 

geçen hafta gördüğümde annemle alışveriş merkezindeydik, yine artist gibi geziyordu arkadaşlarıyla. Hiç zombiye dönüşüyormuş gibi görünmüyordu. Şu an nasıldır bilemem tabi, belki zombiye dönüşmüştür çoktan, belki de acıkınca yemek için kaçırmıştır Belgin'i(!) 

 

Akşam olduğunda bizimkilere sessizlik yemini ettiğimi bir kağıda yazıp söyledim; babam gülmeyi abartınca yanlışlıkla osurdu. Kağıt en son annemin ellerindeydi, ''Yazın çok kötü ama oğlum, biraz güzel yazsaydın bari,'' dedi. Geri istedim, arkasına ''Zıçsaydın baba'' yazıp babama verdim, ağzındaki lokma boğazına kaçtı. Annem hemen panikledi. Bayılır paniklemeye.  

 

''Dur! Dur! sırtına vurayım, oğlum su getir, Haktan iyi misin! Oğlum koş su getir diyorum kime diyorum!? Haktan iyi misin  

 

geçti mi?''  

 

''Geçti geçti, oy,''  

 

''E hadi yatalım saat de geç oldu artık.''  

 

Saat daha yeni dokuz olmuştu. Geç miydi şimdi bu? Adeta hiç umurlarında olmamıştım. Hiç konuşturmaya çalışmadılar. Tek bir soru bile sormadılar. Gıcıklar çünkü... Ama bence anladılar Belgin'e aşık olduğumu. Belgin'in saçlarının kana bulandığını, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerlerde beyninin afiyetle kemirilip mideye indirildiğini düşünüp durmaktan uyuyamadım gece. Dönüp durdum yatakta. Uyumaktan korkar hale geldim. Bu kadar çok düşündükten sonra rüyama gireceğinden adım gibi emindim.  

 

Sonunda dayanamayıp görevimiz tehlike  

 

moduna geçtim; yerde sürünerek yatak odasına girip gizlice babamın telefonunu arakladım başucundaki komodinden. Telefonun galerisinde Belgin'le çekildiğimiz fotoğraflarımızı bulmaya çalışırken bin tane gerzek selfie geçtim ama yok! Yok(!) 

 

İki saat uyuyabildim. Sabahın köründe gelen babaannemin ayarsız konuşmalarıyla irkilerek açtım gözlerimi. Hafta sonlarını hep bizde geçirirdi babaannem. Kahvaltıda sessizlik yemini ettiğimi öğrenince ''İyi oldu iyi, rahat rahat dizi izleriz, bırakın, ilişmeyin,'' dedi ve önündeki tabaktan bir bisküvi alıp çayına bandırdı. Bisküviyi bir çıkardı; yarısı yok. Dedem ölmeden önce onun da yarısı yoktu; belden aşağısı felçliydi. Sessizlik yemini etmemiş olsam dedemi özledim der herkesi bir güzel gıcık ederdim sabah sabah ama şükretsinler, tek kelime etmem,  

 

edeni hindiler kovalasın.  

 

Dedem aşığının evindeki merdivenlerden düşünce felç olmuştu. Babaannem de Allah cezasını verdi diyerek kıçına tekmeyi basmayıp affetmişti. ''Heyecan ararsın haa, demek heyecan ararsın bunak adam, al sana heyecan!'' derdi adamcağıza tekerlekli sandalyeyle gezdirirken. Bundan kötü ceza mı olur? Zaten sonra dedem fazla yaşamadı; yaşatmadılar. Komşular bu gerçeği bilmiyorlardı tabi. Herkese köyde damdan düştü dediler. Bunlar şimdi böyleyse kim bilir zamanında arkadaşlarına ne yalanlar söylemişlerdir. Bence bizimkilerin beni sevdikleri falan da yalan. Hayatları yalan çünkü bunların.  

 

En çok merak ettiğim şey, ben doğmadan önce nasıl insanlar oldukları. Çünkü insan bir kere rol yapmaya alışınca eskiden nasıl  

 

bir insan olduğunu bile unuturmuş. Kalkıp eskiden nasıl insanlardınız diye sorsam kesin hatırlamazlar, ''Böyleydik işte yavrum nasıl olacağız,'' derler ve gülüşürler. Hiç denemedim ama adım gibi eminim böyle derler. Televizyon dizilerine bakmaktan televizyon dizisi replikleriyle konuşuyorlar farkında değiller.  

 

İlkokuldayken bir gün sınıf öğretmenimiz haberlerde gördüğü bir konu hakkında çok tepesi atmış bir halde geldi sınıfa. Başladı konuşmaya, serzeniş üzerine serzeniş, morali çok bozuktu. Terör olayları yüzündendi yanlış hatırlamıyorsam. Sınıftakilerin yarısı salya akıtmakla, diğer yarısı da silgilerini koparıp gizlice birbirlerine fırlatmakla meşguldü. Sonunda dayanamadım, parmak kaldırdım ve ''Öğretmenim, karanlığa küfredeceğine bir mum yak demiş adını söyleyemediğim  

 

Çinli bir adam'' dedim.  

 

''Helal olsun lan sana! Bacaksız! Helal olsun ne diyeyim, Konfiçyus o Çinli adamın adı, alkışlayın arkadaşınızı! Alkışlayın! Alkış!''  

 

Kendimi acayip çok fena mühim bir insan gibi hissettiğim ilk ve son andı. Annem beni doğurduktan sonra rahatsızlanıp hastanede yatmış ve doğurganlığını kaybetmiş. Mutfakta tartışırlarken duymuştum, hatırlıyorum o anı, hiç ama hiç üzülmemiştim. Yine birazcık kendimi acayip fena mühim bir insan gibi hissetmiştim. Bir kardeşim olsa zaten damda olan pabucum kim bilir hangi uzak diyarlara sürgün yerdi.  

 

Annemin apartmandaki en yakın arkadaşı olan Hasret teyze ne zaman anneme ''Eee  

 

ikinciyi düşünmüyor musunuz Müjgancığım?'' diye sorsa annem bir başka yalanla karşılık verirdi. Bir defasında Hasret teyze gittikten sonra anneme ''Canım kısır çekti annecim, yapar mısın?'' dedim, odaya kapanıp beş yüz saat ağladı. O gün aşırı pislik yapma günümdü. Kızgındım bir şeylere. Hem bilerek canını acıtacak bir şey söylemiş olma ihtimalim annem için aşırı düşük olduğundan belki anlamamıştır. Ama akşam yemeğinde babama falan söyler de bilgisayar yasağı yerim diye biraz korkmuştum. Akşam yemeğinde burukluğunu sorgulayan babama ''Yok bir şey canım, iyiyim,'' diyerek yalanlarına kaldığı yerden devam etmişti.  

 

Belgin'siz geçen koca bir gün... Kendi sesimi unutmuşken onun sesi kulaklarımda çınlıyor. Onun sesiyle düşünebilsem keşke. 

 

 

Şu halime bak, dönüp dönüp yazışmalarımızı okuyorum ve gizli gizli ağlıyorum... 

 

Rezillik...