Kısa süreli ruh değişikliklerinin verdiği hazzı psikopatça buluyorum. Hiçbir davranışın normal bir formu olamaz, bunu da kabul ediyorum. Koltukta binbir umutsuzluklarla sızıp kalmışken, ağlayarak uyumuşsan veya ağlayarak uyanmışsan; gelen bir mesajın, aramanın dünyanı nasıl güzelleştirdiğine tanık oluyorsun. Az önce süzülen yaşlar da sana aitti, bu gülümseme de. Bu dengesizliği dengelemek adına ne yapılabilir henüz bilmiyorum. Tek yapabildiğim tüm odaları sulamak gözyaşlarımla. Sonra tüm odalarda şarkılar söylemek, kahkahalar atmak. Dengelemek demiştim ama yaşamın tadı dengesiz olmasında sanırım. Kalp atışlarımız gibi. Bir yukarıda bir aşağıda. Düz çizgiyi çizmemeli hiçbir zaman. O zaman denge arayışını bir kenara bırakmalı. Ne yapmalı? İnişleri severken çıkışları elimizin tersiyle itmeli. Evet!

Sevmeye aşık olan birinin hikayesindeki başrolü canlandırıyorum. Biliyorum, en iyi yapabildiğim şeylerden biri sevmek. Bazen sevilmeyi de deli gibi istediğim olmuyor değil. Sevilmek neydi? Hatırlamıyordum uzun zamandır. Hoş, bir nergis taklidi yapmana hiç gerek yoktu. Ben senin kardeleninken, sen neden benim nergisim oluyorsun? Rengarenk çiçeklerini açman için illa baharı mı beklemeliyiz? Toprağın altında buluşabileceğimiz gerçeğini unutmuş değilim. Ama ben seni tüm renklerinle sevmek istiyorum. Ben toprağın üzerine atmışken kendimi, sen bir şeyler söyleyip toprağa geri çekilmemelisin. Dikkat etmelisin çiçeklerine zarar gelmesin. Belki de hiçbir zaman bir kardeleni sevmedin. Bir kardelen tarafından da sevilmedin. Olsun, bahara ne kaldı?

Son bir şey daha. Bazen sırf değersiz hissetmek için kendinizi değersizleştirdiğiniz oluyor mu? Kendi değerinizi sizden başka hiç kimse belirleyemezken ve ipler bizim elimizdeyken bunu neden yapıyoruz? Dipte olmanın sessizliğini mi, yoksa yeniden gerçekleşecek geri dönüşlerin hazzını mı seviyoruz? Peki ya bu kadar soru hayatımız boyunca cevapsız kalırsa? Tıpkı bu sorunun cevapsız kaldığı gibi...