GÜN-116

Küçük kız çocuğu uyandırdı beni. Rüya mıydı yoksa gerçek miydi bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda baş ucumdaydı, saçlarımı okşuyordu. İlk kez yüzünü net bir şekilde gördüm o an. Çocukluğumdan beri peşimi bırakmayan bu gölge ilk kez yüzünü gösterdi tüm ışığıyla ve gülümseyerek. Gerçek bir annenin başımı okşaması gibiydi. "Seçtiğin bu sınav için herkes imkansız demişti, aldırmamıştın. Vazgeçeceğini, ilk fırsatta intihar edeceğini düşünmüşlerdi. Hatırlıyor musun: 'başka çarem yok' demiştin onlara. Herkesi yanılttın. Başardın işte. Sınavın bitti. Kazandın. Şimdi gönül rahatlığıyla çıkabilirsin bu dünyadan. Seni bekliyorum. Hepimiz seni bekliyoruz. Döndüğünde zaferini kutlayacağız." Başımı okşarken bunları söylüyordu. Bense kaskatı kesilmiş ağlıyordum. Hayatımda ilk kez bu kadar huzurlu hissettim. Bu dünyanın, insanlığın, bu karbon bedenin tüm yüklerinden sıyrılmış bir şekilde adeta cennette gibiydim. Kendimi ilk kez gerçek hissettim. Duyduklarım dışında çok şey anladım o küçük kızın söylediklerinden. Sanki o cümleleri dile getirirken bir yandan da tüm evrenin bilgisini aktarıyordu başka bir yolla, başka bir biçimde. Ben başka bir yere aittim ve burada hapistim. Bir görevim vardı ve bunu tamamladım. Doğduğumdan bu yana hiçbir başarısı olmayan, hiçbir işe yaramayan, anlaşılmayan, görmezden gelinen ben birileri tarafından bekleniyordum işte. Henüz ne olduğunu bilmediğim bir şeyler başarmıştım ve bu öyle alelade dünyevi bir başarı değildi. Yıllardır gerçek olmadığını düşündüğüm o küçük kız gerçekti ve asıl gerçek olmayan bendim, bu bedendi. Ve geriye kalan her şey. Yataktan doğrulduğumda gitmişti. Sol ayağımın üstüne bastığım anda yere yığıldım. Homurdanmalar eşliğinde kendime geldiğimde bir odaya doluşmuş bunca insanın kim olduğunu ve nerede olduğumu anlamaya çalıştım ancak boşunaydı. Son hatırladığım sahne gece evimde, koltuğumda yatıp uyumaya çalıştığımdı. Ayağımın ağrısı sanki beynimi aktif hale getirmişti ki kafamdaki dayanılmaz ağrı, bedenimin çeşitli yerindeki katlanılmaz acılar aniden hücuma geçti. Tırın altına girmiş bir şahinden sağ kurtulmuş gibiydim. Odaya giren kadın yerde yatan insanların üzerinden atlaya atlaya yanıma geldi ve elimi tutup öpmeye başladı teşekkürler ederek. Neler olduğunu sorduğumda bana sonsuzca inandığını ve başaracağımızı söyledi. Kafası o kadar güzeldi ki anlattıklarını dinlemek yerine söyledikleri arasından makul bir örüntü yakalayabilir miyim çabasıyla ona bakıyordum. Başardık, senin sayende, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diye tekrar ettiği kelimeler arasında bana sürekli 'Can' diye hitap ettiğini fark ettim. Montumu sorduğumda daha önce görmediğim bir tanesini işaret etti. Cüzdanım ve anahtarlarım içindeydi. Tüm acılarımı yüklenip topallaya topallaya orayı terk ettim. Evime toplu taşımayla iki saat kadar uzaklıktaydım. Montun cebinde silah, bir tomar para ve küçük bir poşet kokain vardı. Bir kafe bulup tuvaletinde kendime çeki düzen verdim ve kokainden biraz içtim. Yüzümdeki ağrının kaynağı mosmor bir şekilde sol gözümün altında duruyordu. Kabuk tutmuş yarığa bakılırsa birkaç gün önce olmuştu. Son hatırladığım Derman ve şu an aynada karşımda duran aynı kişiler değildi. Can uyanmıştı ve benim neler olup bittiğine dair bildiklerim cebimdekiler ve kızın anlattığı şeylerdi. Bir an önce, kimselere görünmeden eve ulaşmam gerekiyordu. Üzerimdeki silahın ve paranın geçmişini bilmiyordum. Bir taksiyle kendimi eve attım. Kapıyı açtığım anda ev arkadaşım ağlayarak üzerime atladı. Bunca zamandır neredeymişim, neler olmuş, bu halim neymiş gibi sorular sorarken bir yandan da nasıl böyle bir şey yapabilirsin diyerek orama burama vuruyordu. Ağlaması kesilip sakinlediğinde anneme haber vermem gerektiğini söyledi. Bir haftadır ortalıkta yokmuşum kayıp ilanı falan vermişler. Onunla bu konuşmaları yaptığımız esnada o küçük kız yine kapının kenarında belirdi. Gülümsüyordu ve odama doğru yöneldi. İçeri girip kapıyı kilitledim. Paraları ve silahı masanın üzerine koydum. Bu silah yıllardır hayallerimi süsleyen o altıpatlar türünden bir tanesiydi ve içinde tek bir mermi vardı. Kızın sesi kulaklarımda yankılanıyordu: "Başardın... Seni bekliyoruz... Kutlama yapacağız... Hepimiz..." Mermi haznesini çevirip o metalik sesi dinledim. Ani bir hareketle kapattım. Silahın horozunu çekip kafama dayadım. Siyah bilgisayar ekranında kendi yansımamı ve arkamda dikilen küçük kızı görebiliyordum. İkimiz de gülümsedik.

 


GÜN-117

Hayalim tam olarak bu değildi aslında. Büyük, masif bir odun masanın önünde olmayı ve sarı, loş ışık altında silahın parlamalarını izlemeyi düşlerdim. Dört duvar da kütüphane, yerde ise yıpranmış, el dokuması bir halı olmalıydı. Kırmızı, kalın perdeler. Evet, tiyatro perdeleri gibi. Açıldığında cennet kadar aydınlık, kapandığında ise mutlak karanlık. Zihnin ve sen. Mutlak sessizlik. Kalp atışının, nefesinin ve zihninin sesi. Evet dostlarım. İnsanın mutlak karanlık ve mutlak sessizlikte intihardan vazgeçmesi mümkün değildir. Ancak şu an burada, bu çürümüş masanın önündeyim. Dün gece tetiği çektim. Bir anda. Gözlerimi bile kırpmadan. Horozun 'tık' sesi geldiğinde dahi kırpmadım gözlerimi. Hayatta kaldım. Altıda bir olasılık benden yanaydı. Elektro manyetik kuvvet, entropi, kütle çekim yasası hepsi benden yanaydı. Evren hayatta kalmamı istedi. Peki ne kadar süre? Birazdan, bu kalemi bırakmamın hemen ardından silahı elime alacağım ve mermiyi haznenin başka bir yerine yerleştirdikten sonra çevirip tekrar kafama sıkacağım. Yine gözlerimi bile kırpmadan. Dün gece tanrı bana bir gün daha yaşama şansı verdi. Bütün günümü gece olunca ölecekmiş gibi yaşadım. Hayatımda ilk kez bu kadar mutlu ve huzurlu hissettim. Gidip annemi gördüm, gönlünü aldım. Birtakım yalan salatalarının ardından kasabanın sıkışık sokaklarında dolaşmaya başladım. Geçtiğim her sokakta çocukluğumu ve gençliğimi gördüm. Bazen bir inşaatın erketesinde bazen bir kedinin peşinde bazen sıkıntılı bir kavgaya hazırlanırken bazense hiçliğin ortasında arkamdan biri gelme ihtimaline karşı sürekli korku içinde ve geriye bakarak koşar adım yürüyüşümü gördüm. Gördüm derken gerçekten görmekten bahsediyorum dostlarım. Küçük kız çocuğu zihnimde bir kapı açmış olmalı. Anılar. Zihnin soyut deposu. Benliğin merkezi. Zihin çokça hatırlamadığı şeyler karşısında anılar yaratıp boşlukları tamamlar. Zihin, insana gerçekte olmayan şeyler gösterebilir. Kelimenin tam anlamıyla anılarım canlandı ve ben kendimi, yıllar önceki kendimi uzaktan izleme fırsatı buldum. Parka gittim. Hani şu tüm hikayelerime ev sahipliği yapan özel alan. Babamla olan büyük kavgamızdan sonra oraya gelip öfke krizleriyle ağlayan beni izledim. İnsanlığa ve kadere ve tanrıya ve adalete olan inancımı yitirdiğim o anın karşısında ben de ağladım. Kasaba bile iyi hissettirdi biliyor musunuz? Hayatımda ilk kez orada olmak iyi hissettirdi. Gece öleceğini bilince insan en büyük travmaları karşısında bile kocaman bir ejderha gibi durabiliyor. Bir an babamın yanına gitmek geldi içimden. Karşısına dikilmek. Bunca zaman sonra. Ancak ne diyebileceğimi bulamadığım için vazgeçtim. Ona karşı ne bir öfke ne de sevgi kalmış içimde. Neden bunu ölmeden birkaç saat önce fark ettim ki? Bu, kaderin insanı hayatta tutmaya çalışmak için yaptığı bir oyun olmalı. Murphy kanunları gibi. Ne zaman vazgeçsen vazgeçtiğin döner sana gelir. Ve o an yiten hevesini tutup sarsmak istersin, 'kalk oldu işte' diye. Ancak her şey için çok geçtir. Daha iyi bir insan olduğunuzda daha iyi bir insan olmanın hiçbir işe yaramadığını, hiçbir şey değiştirmediğini görürsünüz. Bu insanlığın kurtarılacak hiçbir tarafı yok dostlarım. Bizler de özel falan değiliz. İntihar etmeye de yaşamaya da götü yemeyen korkaklar topluluğuyuz ve bir kişi de olsak milyonlar da hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Bizler toplumun parazitleriyiz ve her toplum içinde hayalet bir yasa taşır; evrimsel bir güvenlik yasası. Bizler toplum tarafından yutulup yitmeye mahkumuz. Özür dilerim dostlarım sizi bir anlık da olsa heveslendirdiysem. Ben mücadeleyi bıraktım. Çünkü gerçekte kazandığımı öğrendim. Küçük kız söyledi. Hep benimleydi o kasabada yürürken biliyor musunuz? Hep peşimdeydi ve bana gülümsüyordu. Onların yanına gitmek istiyorum. Bunu bir an önce yapmak istiyorum ancak her şeyin bir raconu var. Ben bu kararı yıllar önce vermiştim. Şimdi kendim için evrenler kadar büyük, insanlık için hiçbir anlamı olmayan bu hayalimi gerçekleştirme yolunda korkusuzca ilerleyeceğim. Hayat bana her gün yeni bir hayat sunacak. Ve ben bu hayatı da çarçur edeceğim. 

 


GÜN-118

Bugün yağmur vardı. Ilık esen rüzgarla beraber dolaşıyordu sokakların kenarlarında. Biraz hüzünlüydü. Bir ara gökkuşağı bu duruma sinirlenip kendini gösterdi, içindeki tüm neşeyi gökyüzüne salıverdi. Ancak kısacık bir süre sonra yağmur ve rüzgarın arkadaşı olan kara bir bulut gelip kulağından tuttuğu gibi içine çekti tüm neşeyi. Rüzgar ve yağmuru sahilin iki sokak üzerindeki parkta otururlarken buldum. Dün gece size yazdıktan sonra olan bitenin önemli kısmını anladığınızı düşünüyorum. Uyandığımda oldukça ferah ve zindeydim. Değerini bilemeyeceğim yepyeni son günümde kafam oldukça karışıktı ve akıl danışacak bir şeylere ihtiyacım vardı. Arka sokaktaki harabe binanın kapısını kırıp içine girdim. Bu üç senedir yapmayı arzuladığım ancak götümün yemediği bir şeydi. Girip de ne diyeceğim yahu diye öteliyordum kendimi. Artık onun bilgeliğine ihtiyacım vardı. Dün gece beni tetiği çekerken görmüştü. Bir an için göz göze gelmiştik. Birkaç tahtası gıcırdadı. Bana söylemesi gereken bir şeyler olmalıydı. Belki o da bekledi bunca yıl çıkıp gelmemi, kapısını kırmamı, molozlarını temizleyip götümü yere koymamı. Bir de dumanı özlemiş olmalı. Yıllardır bacasından tüten dumandan ayrıydı. Muhtemelen içinde kimse ateş de yakmamıştı. Bir evi ev yapan nedir? Ateş. Ocak ateşin yandığı yerdir. Ateş hayattır. Evden çıkarken zippo benzinini yanıma almıştım. Beni huzurlu bir kapı gıcırtısıyla karşıladı. Etrafı kolaçan edip bir yere çömeldim ve küçük bir ateş yaktım. Islık çalarak gelen rüzgar hemen yanımıza oturdu. Ev dumanı ciğerlerine çekti. Üç sigara sarıp birini yaktım, diğer ikisini de yanıma koydum; onlar için. Parmağımı gözüme sokup biraz gezdirdim ve ağlamaya başladım. Bunu yeni öğrenmiştim, neredeyse her seferinde işe yarıyordu. Küçük kızı ve onun söylediklerini anlattım. Silahı ve ölümsüzlüğümü. Beni beklediklerini. Başardığımı. Ne olursunuz bir cevap verin bana, hiç kimseye anlatamıyorum, sizden başka kimse yardım edemez bana dedim. Ev derin bir nefes aldı ve öksürmeye başladı. Rüzgar ayaklandı, çalılığa gitti zannettim. Karton tadından anlamıştım ki üçüncü sigara da bitmişti. Rüzgar arkamdan gelip enseme sağlam bir tane vurdu, yaktığım ateşin eve aşık olduğunu o an fark ettim. Rüzgarın gösterdiği yöne doğru kendimi dışarı attım. Can bana bırak dedi. Sağına soluna baktı, kimse yoktu. İçeriden kedi sesi geldi, Can geri zekalı dedi. Gez-göz-arpacık. Ya da onun gibi bir şey. Evin balkonunda, elimde silah, alevler içinde yanan harabe binaya su sıkan itfaiyecilere nişan alırken kendime geldim. Gez-gör-arpacık. Tetiğe bastım. Tık. Küçük kız çocuğu masamın üzerinde, namlunun tam karşısında beliriverdi. Namluyu yavaşça aşağıya indirdi. Saçımı okşadı. "Neler oluyor?" Diyecektim ki parmağını dudaklarıma götürüp susturdu. "Şu kediye kuantum anlatabilir misin Can?" dedi. O zaman bir tek şunu söyle, doğru yolda mıyım? dedim. "Prometheus insanların konumunu belirlerken Zeus'a kocaman bir kurban getirmişti. İşte o boğanın başında seni bekliyoruz. Şölen başlamak üzere. Çabuk gel, geldiğinde de kararını vermiş ol: güzel kokulu, parlak kemikleri ve sakatatları mı yiyeceksin yoksa kötü kokan, iç organlara sarılmış etleri mi?" Sonra bir anda kayboldu gülümseyerek. Ben de kendimi dışarı atıp parka geldim ve o ikisini otururken buldum işte. Rüzgar beni görünce ürkerek geri adım attı. Yağmur beni özlemişti. İçime kadar sokuldu. Yağmurla aramda erotik bir ilişki vardı. Ne zaman buluşsak yüzüme, saçlarıma dolanırdı hemen. Sonra kıyafetlerimin altına. Karnımdan kasıklarıma. Süzülürdü yavaşça. Sarmalardı bozulmuş erkekliğimi. O an erekte olurdum, her seferinde. Rüzgarın çekingenliğine bir de utanç eklenmişti ya, ısınıverdi esintileri. Bir sigara yaktım. Zıvanası dudağıma yapıştı, düştü. Siktir. Rüzgar bir adım daha geri attı. Cevap verin bana dedim, eti mi kemiği mi? O zaman şunu söyleyin, niye çalışmıyor bu silah? Ey doğanın efendileri, söyleyin doğanın benden istediği bir şey mi var hala? Dumanı üfledim, rüzgar tüm gücüyle ciğerlerine çekti dumanı, duruldu, dalga iyiymiş dedi. Et yani dedim. Yağmur bence kemik dedi. Peki silah dedim, gülüştüler. Doğa ne istiyor dedim, tanrıya sor dediler. Dönüp eve geldim ve geldiğimden beri bunun üzerine düşünüyorum. Tanrı söyleyeceğini Prometheus'a söylemişti. Sonra hazırlıklar yapıldı. Kararı niye Zeus değil de ben veriyorum? Kedilere kuantum anlatılmaz, bu sorunun cevabı bu dünyada değilse eğer birazdan öğreneceğim, kalemi bıraktıktan sonra. Yok cevap buradaysa eğer yarını da çarçur etmek zorundayım.

 


GÜN-119

Aylardır sizlere nasıl hayatta kalamadığımı anlatıp durdum. Birkaç gündür ise nasıl ölemediğimi anlatıyorum. Saat gece yarısına yakın, kalemi bıraktıktan sonra yaşanacakları artık biliyorsunuz. O günden beri sabahları erken ve zinde uyanıyorum. Paranın ve silahın nereden geldiğini çözebilmiş değilim. Can'ın ne bok yediğini çözebilmiş değilim. Bu yüzden oldukça dikkatliyim. Geldiğim şu noktada emniyetle karşı karşıya gelip tutuklandığımı düşünsenize... Küçük kız çocuğu artık benden saklanmıyor. Sürekli etrafta dolanıyor. Konuşmuyor, cevap vermiyor. Sanırım ben de bir kediyim. Dünyada yaşamak böyle bir şey demek ki. Gerçekte kimim acaba? Tüm bu canlılık denen saçmalığın, hayatın anlamı ne? Can'la ilk kez uzun uzun muhabbet ettik. Kendi tarzıyla beni vazgeçirmeye çalıştı. Türlü manipülasyonlar... Biraz delikanlı olsam tekte sıkarmışım kafama. Bunca şeye rağmen korkakmışım hala. Yaşamak istiyormuşum. Burada yapılacakların bitmediğine inanıyormuşum içten içe. O da et diyor yani anlayacağınız. Leş gibi koksa da et ettir. Aramızda kalsın ama ilk kez Can'ın korktuğunu görüyorum. Yaşamak istiyor. Hiç ölmemek istiyor. Hiç ölmeyecek gibi yaşayıp sonunda da ölmemek istiyor. Küçük kızın bahsettiği yere benimle beraber gelecek mi diye sordum mesela. Benim ne işim var öyle boş boş insanlarla dedi. Anladım, gelemeyecek. Yağmur bugün de penceremin önünden ayrılmadı. Bu mevsimde yağan yağmur pek aşina olunan cinsten değildir. Ölümümü izliyor. Tüm dünyayı dolaşıp anlatacak herkese gözleri iki çeşme. Hala kemik mi diyorum, benimki mutluluk gözyaşları diyor. Can'ın sözleri aklıma geliyor sonra. Neden o tek mermiyi sürüp sıkmıyorum kafama? Neden? Uzun bir süre bunu düşündüm. Belki de gitmeden önce bilmem gereken son şey budur. Belki de et mi kemik mi sorusunun yanıtı bilinçaltımda uyuyordur titanların hemen yanında. Küçük kıza dönüyorum, hani benim sınavım bitmişti, hani çözmüştüm tüm soruları, hani kazanmıştım. Bu yaşadığım neyin nesi diyorum, silaha bakıp gülümsüyor. Eğer güneş doğarsa bu sorunun cevabını bulacağım. Tüm gün duvara bakarak, Can'ı dinleyerek, küçük kız çocuğunu izleyerek geçti. Tanrının bahşettiği, o dünyanın en kıymetli bir gününü böyle geçirdim. Aklım yalnızca silahta ve o merminin nerede duracağındaydı. Tüm bunların yanında beni rahatsız eden tek bir şey kaldı. Neden bir sonraki günün planını yapıyorum hala? Gerçek benliğim, arkadaşlarım, hakikat beni beklerken neden bir sonraki günde ne yapacağımı planlıyorum bu her zerresinden nefret ettiğim insanların ve hayatın arasında? Bir dakika daha kalmak istemiyorum burada. Umarım bir daha görüşmemek üzere. 

 


GÜN-120

Anladım. Haklı olmakmış istediğim. İntiharıma, ölümüme bir haklılık bırakmak. Öldükten sonra arkamdan korkak diyecek insanlara bir cevabım olsunmuş. Bunca şeyi yaşadıktan, bunca zaman hayatta kaldıktan sonra korkak ya da zayıf olduğumu nasıl iddia edebilirler? Gördüğünüz üzere mermi dün de doğru zamanda yanlış yerdeydi. O andan itibaren düşündüm yerimden hiç kalkmadan. Kız çocuğu da hiç ses çıkarmadan beni izledi. Her doğru yanıtımda gülümsedi. Evet. Sonunda çözdüm. Artık yarını düşünmüyorum. Neden ipleri elime alıp tekte kafama sıkmıyorum? Çünkü beni insan türüne bağlayan, elimde kalan son şey hayatta kalma güdüsü. Hatta bu canlı olmanın ilk getirisi. Tabutumun içinde bir taş değil de bedenimin olmasının bir anlamı olmalı. En azından benim için. Evet, bu hayat bana göre olmadı hiçbir zaman ama ben bir insanım. Bunu da kaybedersem eğer dünyaya boşu boşuna gelmiş olurum. Bir hayvan, bitki ya da böcek olarak dünyaya gelebilirdim mesela. Bir sabah böcek olarak uyanmadıysam bunun bir anlamı olmalı. Ne olursa olsun intihar canlı türlerinin genlerinde yok. Sürünün dışına çıkmak yetmez, biliyorsun. Yeni bir sistem inşa etmelisin. Belki de benim bu yöntemim üst insan olmaktaki ilk adımdır. Belki de böyledir, üst insan olmak kendi şaaşalı ölümünü tasarlamaktır. Üst insan olmak için yaşamdan vazgeçmeli; hem de bunu öyle bir şekilde yapmalıyızdır ki yaşamı bırakırken evrenle bir olalım. Olay tam olarak bu işte. Kader, belirlenim, tanrı, tekamül, başka bir hayat... Bunların var olup olmamasının bir önemi yok benim durumumda. Bilemeyeceğim şeylerin gerçekliğinin hiçbir öneminin olmadığı bir yaşam süremesem de bunların hiçbir öneminin olmadığı bir ölüm yaratabilirim. Diyelim tanrı varmış, ben kendimi direkt olarak öldürmedim, işi tamamen kadere ve yazgıya bıraktım. Evren ve onun yasaları üzerinden bakalım, tüm sistem olasılıklar zinciri ve kaos değil mi zaten? Kaosun sabitlerine parmak uçlarımla basarak ettiğim dansı evren de reddedemez. Kendimi ilk kez insan türüne ait hissediyorum. Risk alıyorum, kumar oynuyorum ve hayatta kalma güdüme tutunuyorum. Hem de bunu bir hayvanın yapacağından ziyade bir insana yakışır şekilde, bilincimi, aklımı ortaya koyarak yapıyorum. Eğer bir tanrı varsa benimle gurur duyuyor olmalı. İşte bu var olan her şey önünde benim haklı çıkacağım bir son. Ve bu sonu dünden daha fazla arzuluyorum. Tüm bu haklılığın ötesinde, aslında ne var biliyor musunuz dostlarım: sizler tek seferde o tetiği çekmememin kendimi öldürmemek olduğunu sanıyorsunuz. Ölümü anlık bir şey olarak görüyorsunuz. Yüzyıllardır bize böyle öğretildi. Ancak tüm insanlık yanılıyor dostlarım. Ölüm anlık bir şey değil, tam aksine bir süreç. Ben kafama sıktım ve öldüm. Hikaye bu. Bu, çizgisel tarihin anlatacağı, bilimin onaylayacağı, herkesin memnun kalacağı hikaye. Evet, bir bakıma haklı. Ancak ben onların bahsettiği anda değil, bundan üç gün önce, tetiği ilk çektiğimde öldüm. O gün, o silahı alıp tetiği çektiğim ve boş hazneye denk geldiğim gün öldüm. Gerçek ölümüm ise o tık sesi ile dolu hazneye denk geldiğim zaman aralığının tamamını kapsıyor. Evet dostlarım. İçinde yaşamadığımız döneme göre ben bir ölüyüm. Ve şu an, sizlerle beraber ölümü deneyimliyoruz. Çünkü o günden sonra yaptığım hiçbir şeyi hayattayken yapamazdım. Ölüm; o anda, o karar anında yaşanıyor. Gerisi bir ölünün ve sadece bir ölünün yapabileceklerinden ibaret. Evet, tam da bu yüzden yazmaya devam ediyorum tüm bu kaosun arasında. Bu defter bir delinin güncesi olarak başlayıp gerçek ölümün deneyimini sunuyor. Tarihte ilk kez ölüm konuşuyor herkesle bir bedeni ve zihni konak edinip. Birkaç gün öncesinden geriye doğru baktığımda kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını düşünen Derman'ın asıl şimdi kaybedecek hiçbir şeyi yok. Sizlerin gözünden görmeye çalışıyorum yaşananları, kendime dışarıdan bakmaya çalışıyorum. Muhtemelen Vinas'a ya da babama gideceğimi düşünüyorsunuzdur. Evet, Derman tam olarak bunu yapardı. Daha doğrusu bu günlükten çıkarılacak yegane sonuç bu. Geride kalan herkese birer mektup bırakıp intikamımı sonsuzlaştıracağımı söylemiştim mesela. Şu an ise çok daha olgun bir noktadayım. Yazdıklarım, düşündüklerim gençlik heyecanıyla büyüklenilmiş şeyler gibi geliyor şu an. Çünkü artık çok daha büyük bir amacın parçası olduğumu hissediyorum. Bunlar o an tetiği çeken Derman'ın değerleriydi. Ve dediğim gibi, o tetiği çektiği anda öldü. 



SON