GÜN-15

Yazamıyorum. Okuyamıyorum. Düşünemiyorum. Bir saat yerimde duramıyor, bir saat yataktan çıkamıyorum. Temassızlık var bende, biliyorum. Lehimlemeleri lazım kafamın içini. Dışarı çıkmaya hazırlanıyorum. Otuz derece havada dolu başlıyor. Soyunmuyorum, oturuyorum. Diniyor biraz, güneş çıkıyor. İşte diyorum, tam zamanı kendimi bu buhrandan kurtarmanın. Biraz dışarıya çıkmak, temiz hava almak, insanlarla çarpışmak, küfürler, kavgalar duymak iyi gelir bu depresif hallere. Atıyorum kendimi dışarı, yağmur tekrar bastırıyor acınası tişörtüme. Otobüs gelmiyor. Yağmur diniyor, otobüs geliyor, otobüsten iniyorsun, yağmur yine başlıyor. Kara bulutlar dolanıyor tepemde. Bu arada nasıl, Can'ı sevdiniz mi? Onun planlarını, senaryolarını. Zihnini meşgul ettiği var olma şekillerini. İnsanlara bakışını. Harcayışını. Suç, günah dinlemeden kendi istediğini alışını... Bu onun uyuyan hali. Hani en derin uykunuzda biri gelir de dürter sizi, bir şeyler sorar da otomatik cevap verirsiniz, sabah kalkınca bir şey hatırlamazsınız ya. Can sayıklıyor. Ne zaman bu haller gelse başıma, ne zaman yok olsam böylesine, hiçleşsem, görünmez olsam Can izleyip sırıtıyor oturduğu yerden. "Bak bensiz ne haldesin. Acınası, sefil, küçük aptal." İnternette yüz elli lira fiyatı olan mızıkaya iki yüz lira fiyat çekiyorlar. Ümidini kesiyorsun. Hevesin kaçıyor. Hiç bulaşmasam mı bu işe, zaten bende o göt yok, hevesimi alır atarım bir köşeye diyorsun. Ne gerek var şimdi bu yoklukta masrafa? Sonra giriyorsun bir dükkana, eleman arıyormuşsunuz diyorsun. Karşındaki adam da buyurun benim diyor. Elemanı olmak istediğin tükkanın yeni elemanı geri çeviriyor seni. Yüz kırk liraya buluyorsun sonra aynı mızıkayı. Mutlu ediyor ancak ilk baştaki mutluluk değil bu; heves kaçtı çünkü bir kere. Ne boktan bir şey bu heves! Nasıl bu kadar keskin terk edebiliyor insanı? Keskin terk edilişler her zaman yakıyor insanın canını. Kocaman boşluklar yankı yapıyor. İnsan, bir düşündüğünü onlarca kez tekrar duyarsa delirir. Keskin terk edilirse delirir insan. Ya dolduracaksın boşlukları ya da sömürecek düşünceler deryası seni. Özlemek... İnsan özleyince ne yapar? Gider görür. Gidemiyorsa ne yapar? Bir yolunu bulur. Bulamıyorsa ne yapar? İçer. İçince geçer yani? Geçer. Martini, üzerine kolonya, üzerine rakı içtim, hala geçmedi. Ben nerede yanlış yapıyorum? Her şeyin harika gittiği, istediğim gibi bir ilişki kurmuşken bir anda nasıl onu özlüyorum? Bir anda nasıl diğerini istiyorum? Bir anda nasıl o olsaydı ne güzel olurdu diyorum? Her yeni güne başka bir adam uyanıp, her yeni güne başka kadın seviyorum. Hepsi gerçek bunların. Yalan değil, kandırmaca yok. Aldatma, oynama yok. Hepsi gerçek amına koyayım! Acınacak haldeyim. Her şeyin mükemmel gittiğini düşündüğüm o zamanlar aklıma geldikçe daha da acınası halde hissediyorum kendimi. Bir tütün sarıyorum. Arap kağıdından kitap ayracı yapıyorum. Gelecekte yanmayacak çakmaklara inat evde bulundurduğum kibriti tüketiyorum. Zamanı tüketiyorum. Kendimi tüketiyorum. Sonra bunların hepsini oturup dışarıdan bir göz olarak izliyorum, ertesi gün. Başka biri olarak, başka anılarla, başka hikayelerle, başka hislerle. Kimse bilmiyor. Kimse anlamıyor. Kimse anlamaya çalışmıyor. Ben... Ben görünmez oluyorum bazen. İnsanlar sesimi duymuyor. Beni fark etmiyorlar. Kimse dışlamıyor bile. Hem de hiçbir neden yokken! Neden böyle bir güne uyanır ki insan? Keşke bir böcek olarak uyansam bir sabaha da bir öyküye konu olsam. Yetinemiyorum. Hiçbir şeyle yetinemiyorum. Bu işi de elime yüzüme bulaştıracağım, biliyorum. Yapmam gerekenleri yapamadığım bugünlerden nefret ediyorum. Hayaller kuruyorum. Birilerinin canını yakmak üzere kurduklarım bitiyor bazen, boşluk kalıyor, ben de o boşluğu güzel hayallerle değerlendiriyorum. Uzak ihtimallerin geleceklerinden birini alıyorum zihnime. Oynuyorum onunla saatlerce, bazen günlerce. Olmuyor. Özür dilerim hepinizden, yapamıyorum. İnsanın zekasını bile alıyor bu değişimler. Saatler... Akrepler, yelkovanlar. Durmadan geçen saatler. Tükenen saatler. 

 


GÜN-16

Bir şeyler yazabilmek için önce bir şeyler yapmak gerek. Kaos gerek. Sıradan geçen günlerin ardından söyleyecek bir şeyi olmuyor insanın. Sıradanlıklar içinde kalmış, monotonluklarında kaybolan insanlara hep tiksintiyle bakmışımdır. Hayat bir maceradır. Kendine bir şato yaratıp, bahçesinden dışarı çıkmayacak kadar ne yaşamış olabilirsiniz? Bir kız geliyor elinde gül demetiyle. Güzel ablama bir gül alsana abi diyor. Suriyeli misin sen diyorum. Evet diyor. Ne güzel Türkçe konuşuyorsun, adın ne diyorum. Zeynep, seninki ne diyor. Eşrefpaşa'da mı oturuyorsun sen? Diye soruyorum. Şaşırıyor, sen nereden biliyorsun diye soruyor meraklı gözlerle. O andan itibaren, hevessizce gelip, gül almayacaklarını bile bile sorduğu yüzlerce insandan biri olan ben, onun gözünde başka biri oluyorum. Gül demetini daha gevşek tutmaya başlıyor. Yüzündeki solgun ifadeye bir renk geliyor. Merak ediyor. Siktir git başımdan demeyen bir insanla karşılaşınca merak ediyor küçük kız. Benim burada çok arkadaşım var senin gibi, hepsine sordum orada oturuyorlarmış. Kaça kadar çalışıyorsun sen? Akşam on bir diyor. Eve yalnız mı dönüyorsun diye soruyorum. Abim var onunla dönüyoruz diyor. Sonra bir anda hatırlıyor asıl amacını. Bir anda evde bekleyen eli sopalı ana-babasını hatırlıyor. Karnının açlığını hatırlıyor. Gül almayacak mısın diye soruyor. Yüzündeki meraklı ifade yine o solgun haline bürünüyor. Kadınlar şıkır şıkır elbiselerini giyip, topuklularını ayaklarına geçirmeden önce yüzlerini boyuyorlar çılgınlar gibi. Bazı iş yerleri bunu zorunlu tutuyor. Maskesiz kadınları çalıştıramayız diyorlar. Çünkü kadınlar, yüzlerine bakıldığında tahrik olunması gereken, müşterilerse siklerinin doğrultusunda hareket eden canlılar onların gözünde. Her sabah yeni bir iş yüzü giyiyor kadınlar yüzlerine. Zeynep'in iş yüzü de bu sanırım diye düşünüyorum. Bu solgun yüz. Onun makyajı. Her sabah işe gitmeden önce uyanıp, çiçekli eteğini giymeden ve yırtık ayakkabılarını ayağına geçirmeden önce, babasının yüzüne bir tokat vasıtasıyla yerleştirdiği o mütevazi makyaj. Alsana güzel ablama bir tane diyor. O bana alsın, benim param yok diyorum. Olmaz ki öyle, kızlar almaz, erkekler alır kızlara diye sıralıyor. Neden almasınlar ne fark eder ki diyorum. Olmaz, erkeğe çiçek alınmaz, kıza alınır diyor. Sonra bakıyor kızın gözlerine. Gerçek mi bunlar abla diyor. O anda daha önce görmediğimiz bir yüzü çıkıyor ortaya Zeynep'in. Sevimli ve hınzır bir yüz. Bir çocuğa yakışır bir şekilde, belki biraz mutlu bile. Ne o, yakıştıramadın mı diyor kadın gülerek. Sahte onlar demi sen böyle gözüne takıyorsun derken bir yandan eliyle gösteriyor nasıl gözüne taktığını. Hayır, gerçek gözlerim diyor kadın. Şaka yapıyorsun sen bana takma onlar, gözüne takmışsın diyor. Gerçek gözleri onun. Ne kadar güzel değil mi, deniz gibi masmavi diyorum. Hı bak gözleri de çok güzel ablanın, alsana bir tane gül ona diyor gülerek. Hınzırlık geldi ya bir kez yüzüne, eğleniyor artık bizimle. Basıyorum kahkahayı. Senin de gözlerin çok güzelmiş diyorum. Sağ ol abi diyor. Sonra yine o solgun yüz, biraz da telaşlı. Çalışıyorum ben gitmem lazım diyor, yürümeye başlıyor ve ardına bakıyor gülerek bir defa. Hadi iyi çalışmalar Zeynep diyorum. Muhtemelen siktir çekecek diğer potansiyel müşterilerine doğru gidiyor. Ancak bu sefer yanımıza geldiği şekilde zombi gibi değil. Sekerek gidiyor onlara. Neden biliyor musunuz? Sizin yüzünüzden. Sizin gibi pisliklerin küçücük bir çocuğa nefretle bakması yüzünden. Her Allah'ın günü işkence çekerek oraya gelen, günahsız çocukların bir kez bile yüzüne bakmamanız yüzünden. Tek istedikleri şey insan olmak... Tek istedikleri şey adam yerine konulmak, fark edilmek. Gün boyunca, kafasını kaldırmadan, hayır abicim hadi Allah versin diye gönderdikleri o çocuklar, dışlanmışlığın ve görmezden gelmenizin etkisiyle birer psikopata dönüşüyorlar. Hayatınızın bir kısmında illa ki görmezden gelinmişsinizdir, hatırlayın o an hissettiklerinizi. Bir insana verilebilecek en büyük cezalardan biridir yok sayılmak. Her gün yapıyorsunuz sokaktaki insanlara bunu. Tek istedikleri görülmek. Fark edilmek için çırpınıp duruyorlar. Zeynep'ten gül satın almadım ama onu görünür kıldım. Bir çocuğu mutlu etmek hiç de zor değil.

 


GÜN-17

Yıllardır her gelişinde bu an, türlü türlü şeyler denedim. Çaresizlik dışında bir şey geçmedi elime. Bir süper güç mü bu? Mutlak sessizlik. Hani gece yattığınızda, etraftan tüm sesler çekildiği zaman, mesela arabalar, televizyonlar, çocuk sesleri gittiğinde, evdeki herkes sessizce uyuduğunda arta kalan o sessiz an. Yatağınıza yatıp, kolunuzu gözlerinizin üzerine koyduğunuz ve sonsuzluğu dinlediğiniz o an. Tam o anda duyulan en ufak bir çıtırtının bir kükreme gibi gelişine şahit oldunuz değil mi? Bazen şaşkınlık, bazen korkuyla karşıladınız bunu. Yataktan sıçrayanlarınız bile olmuştur, hadi itiraf edin. Peki sessizliğin seviyesi olur mu sizce? Mutlak sessizlikten daha sessiz bir an? Çocukluğumdan beri yaşadığım şeyi bu şekilde anlatabilirim sanırım. Mutlak sessizlikten daha sessiz bir ana düşüyorum aniden. Kalp atışlarımı duymaya başlıyorum. Damarlarımda akan kanın sesini. Nefes alıp verişim yanı başımda kükreyen bir hayvanın sesi gibi gelmeye başlıyor. Etrafımdaki küçük sesler kulağımın içinde yankılanıyor. Bir cızırtı eşlik ediyor hepsine. Nefes alıp verişim hızlanıyor. Daha önce varlığından haberdar olmadığım yan odadaki tahta kurdu zihnimi kemirmeye başlıyor. Sokak lambasının cızırtısı peydah oluyor birden. Saatin sesi... Hele o saatin sesi yok mu? Tik-tak tik-tak. Soluk alıp verişim daha da hızlanıyor dış sesler arttıkça. Zaman yavaşlıyor. Işık biraz daha göz kamaştırıcı oluyor. Azıcık ama çok değil. Sözü edilecek kadar çok değil. Tek ortak noktası yalnızken ve geceyken gelmesi bu anların. Her ruh halindeyken gelebilir, her an gelebilir. Günde iki kez gelebilir. Ayda bir kez gelebilir. Bir sene boyunca hiç gelmeyebilir. Eskiden yanımda biri varken de gelirdi, bir de görüntü değişirdi. Böyle her şey benden uzaklaşıyormuş gibi, küçülüyormuşum ve etrafımdaki her şey benden çok daha büyükmüş gibi. Devlerin arasında kalmış bir karıncaymışım gibi hissettirirdi. Etrafı mı yüceltirdi beni mi küçültürdü çözemedim hiçbir zaman. Artık görüntü ve küçülme hissi kalmadı zaten, çözemem de bundan sonra. Sadece o mutlak sessizlik. Çocukken çok korkutucuydu bu his. Anneme yıllarca yalvarmıştım gece uyuyamayıp yanına gittiğim anlarda. Hep böyle oluyor anne, çok korkuyorum diye. Bir de bilmediğim dilde konuşan bir kadın sesi vardı ne zaman yalnız kalsam. Annem inanmazdı bana. Korku filmi mi izledin sen? Yok öyle şeyler, korkma der yatardı yanıma. Ben annemsiz uyuyamazdım küçükken. Annemi çok sevdiğimden değil, götüm yemediğinden. Kimse inanmadı bana. O zamanlar bilmiyordum hayatım boyunca böyle olacağını. Kimse inanmıyor diye bana, yalan söylemeyi öğrenemedim ben. O riski alamazdım anlayabiliyor musunuz? Bir gün, olur da biri bana inanırsa ve o nadiren söylediğim yalanlara denk gelirse, hayatımda bana ilk kez inanmış o insanı yüz üstü bırakırım. Bir yalancıya kimsenin inanmaması normaldir. Bir kez yalanınız yakalandı mı artık yalancısınız demektir. Sadece inansınlar istedim. Sadece fark etsinler beni. Kalabalıklardan hep nefret ettim. Görmüyorlar diye beni. Bir şey söylediğimde kalabalığın sesine karışıp kayboluyor diye. Bir kez kaybolduktan sonra, beni yine dinlemiyorlar deyip kabuğuma çekildim diye. Bir tek Can dinledi beni. Bir tek o sonuna kadar kesmedi sözümü. Bir tek o inandı bana. Bir tek o gördü beni. Arkamı kolladı, sevdi, benim için bir şeyler yaptı. Ben dışlandığımda onlar tarafından, yok sayıldığımda, küçük düşürüldüğümde, dayak yediğimde, inanılmadığımda, alay konusu olduğumda, bocaladığımda, saçmaladığımda, beceremediğimde hep o tuttu elimden. Olsun, ben yanındayım dedi her seferinde. Bana gülen herkesten intikam aldı. Beni dışlayan, döven, yok sayan herkesten... Hepsine aylar süren acılar çektirdi. Kimseye fiziksel şiddet uygulamadı. Her birinin hıçkıra hıçkıra ağlayışını, nefretle etrafına bakışını, en çok da çaresizliklerini izledi. O kahkahalar attı bunları izlerken. Ben ise üzüldüm yine de ama izin vermedi üzülmeme. Çok sertti, çok ketum. Hiçbir zaman taviz vermedi, sonu ne olursa olsun. Bana bile... Ne zaman ihanet etsem ona, en büyük intikamını aldı benden. Ancak hiçbir zaman terk etmedi beni. Bazen saklandı, şimdi olduğu gibi.    

 


GÜN-18

Hİpomaniler ve güzel şeylerin üst üste gelmesi. Hipomani, gün içerisinde aniden gelen, birkaç saat süren ve "aşırı" olarak tanımlanabilen ruh halidir. Aklınıza gelemeyecek en uç noktalar bu zamanlarda bireyi ele geçirir. Bu gelen güzel şeyler, ruh haline çarparak, aşırılıklarla karışıp büyük belalara dönüşürler. Kafam çok güzel. Her şey parça parça. Başından bahsederken sonunu unutuyorum cümlelerin. Ben kendini unutmuş adamım bir kere, birkaç cümle de neymiş? Yalnızlığa dayanamama ve saracak insan arama halleri. Bugün çocuk gibiyim; yaramaz küçük bir çocuk. Sürekli etrafındaki nesnelerle haşır neşir olan, etrafındaki insanları sadece ihtiyacı doğrultusunda kullanan, sevimli, etrafına zarar veren... Bu yaramaz kedilere de benziyor. Sanırım beraber yaşadığım kedilerden birinin kişiliğini kopyalayıp hafızama atmışım ve bazı zamanlarda onu kullanıyorum. Daha önce demiştim, benim bir kişiliğim yok, ben biriktirir ve harcarım kişilikleri. Bir kedinin kişiliğini alabilecek kadar yalnız kalmışım bu dönem, düşünün. Bir insanın kedi kişiliği kopyalaması ne kadar acı bir şey hayal edebiliyor musunuz? Ve de psikopatça... Kişilikle beslenen canavar, etrafında insan bulamadığında, evcil hayvanının kişiliğini kopyalayacak kadar vahşileşti. Kedileri üniversiteye başladığım dönemlere kadar sevemedim ben. İnanır mısınız, nefret ettim hatta. Kendimi bildim bileli aklınıza gelebilecek her türlü hayvanla müthiş yakınlık kurabilmiş olan ben bir tek kedilerden nefret ettim. Daha da küçüklüğümde birçok kez zarar vermişliğim de olmuştur. Şimdi dönüp ardıma baktığımda çocuk olmanın, öğrenme açlığının ne kadar tehlikeli olabileceğini tekrar görüyorum. Çocuklarınızı hayvanların arasında ve onlara sevgi göstererek, sevgi gören bir tanesinin nasıl değiştiğini anlatarak-göstererek büyütün. Yoksa birer psikopata dönüşebilmeleri çok olası. Neyse ki üniversite zamanlarımda bu sorunu çözdüm ve onları da en az diğerleri kadar çok sevmeye başladım. İyi bir ebeveyn olduğum söylenemez. Onlara hala vahşi dünyada yaşıyorlarmış gibi davrandım. Bu sayede her biri sokağa çıktıklarında başlarının çaresine bakabilen bireyler oldular. Onları sokaktan tamamen koparmayı düşünmüyorsunuz her halde? Onların doğal yaşam alanı artık sokaklar arkadaşlar. Siz ister kabul edin ister etmeyin. Onların yeni habitatı, evrildikleri şu anki nokta bu. Canlılar içlerinde bulundukları ortama adapte olurlarken insan ortamı kendine adapte edebilen bir istisnadır. Bu özelliğiyle şu anki gördüğümüz haline ulaşmıştır. Ve şunu es geçiyoruz: insan doğanın hala bir parçası... Ve şu anki yapı da doğanın bir parçası, dış gözden bakarsanız. İnsanın ürünüdür bu. Nasıl bir karınca toprağın üzerinde, toprağı kullanarak, daha önce orada var olmayan bir tepecik yaratıp, içine kocaman bir saray sığdırmışsa, nasıl bir kunduz, topladığı ve kestiği dallarla nehre bir ev yaptıysa, insan da doğadan topladığı materyallerle şu anki habitatını yaratmıştır. Burada çevre katliamlarını savunmuyorum. Anlamaya çalışın. Burada bu katliamları kabul edip olaya ekolojik olarak bakıyorum. Değiştirdiğimiz ve bambaşka bir hale getirdiğimiz bu yeni doğanın içerisinde, evrimiyle oynadığımız kedi ve köpekler bizimle yaşıyor. Savanda zebra avlamaya çalışan kaplandan bir farkı yok binaların arasında fare avlamaya çalışan kedinin. Çöpleri karıştırmak da bir avlanmadır teorik olarak. 

 


GÜN-19

Eski bir dostumun yardım eli kurtarabilir mi hayatımı? Çok uzun süredir çalışmıyorum. Çalıştığım zamanlarda biriktirdiğim para, devletten aldığım geri ödemeli kredi ve annemin benimle paylaştığı parayla geçinmeye çalışıyorum. Şehir değiştirip ailemle yaşamaya başladığım dönemde paraya hiç ihtiyacım olmamıştı. Kasaba hayatındaki tanıdık insanlarla olan ilişkiler eğer mantıklı yaşarsanız cebinizden beş kuruş çıkmadan gün bitirebilmenizi sağlıyor. Ancak ayrı eve çıktığınız zaman işler bir anda değişiyor. Annesinin yanında kalıp, yedi yirmi dört çalışan, eşek yüküyle para kazanıp gecesinde pavyonda yiyen, bira içme yarışı yaparken az içen ya da sızıp kalanlarla taşak geçen insanlar bilemez gerçek hayatın zorluklarını. Yurtta kalmış ya da kendi evinin düzenini kurmuş insanlara sorun bir de hayatta kalmayı. Şimdi bir de devletten gelen kredinin süresi doluyor. Kaldım mı beş parasız? Tam o anda dostluğun ne kadar değerli olduğunu görüyor insan bir kez daha. One piece mangasının baş karakteri Luffy, şımarık, pervasız, gözü kara, umursamaz, on beş IQ'lu bir velettir. Kendinden çok daha güçlü rakiplerin karşısında cesaretle durur. Nasıl biliyor musunuz? Dostlarının yardımıyla. Her seferinde, daha önce yardım ettiği, beladan kurtardığı dostları çıkagelir ve savaşı kazanmasında büyük rol oynar. Bu Luffy'nin özel gücüdür. Dost biriktirmek. Bu dünyada yapayalnızız. Doğayla, tanrıyla, şeytanla, kendisiyle savaşta olan insanoğlu, bunların yanında bir de sistemle savaş halindedir. İçinde bulunduğumuz boktan sistemin insanı her geçen gün yavaşça tükettiği ve haşat ettiği zamanlarda yardımlaşmak dışında elimizde hiçbir güç yok. Hayatımızın her alanında yardımlaşıyoruz aslında. Bu dönemi yardımlaşmayı satın almak üzerine kurmuşuz sadece. Başkalarının zamanını satın alıyoruz. İnsanlar zamanlarını satıyorlar. Ellerindeki en büyük gücü, en büyük hazineyi satıp kendilerine yaşam inşa ediyorlar. Bir adam düşünün önünde yüz tane dosya olsun. Bu yüz dosyayı incelemesi kırk sekiz saatini alacak. Başka bir kadına diyor ki "günde on saat dosyaları incele ben de sana elli lira vereyim". Kadın boktan hayatına bakıyor. Götündeki kredi borçlarına, kredi kartlarına, yaklaşan düğünler için alınması gereken küçük altınlara, çocuğun bezine, mamasına doğru kayıyor gözleri, adama dönüyor ve "tamam" diyor. İçindense "sikmese bari" diyor. Adamımız başkasının saatini satın alarak kendine boş zaman kazandırmış oluyor. Artık rahatlıkla pavyona gidebilir ve Sinem'e dört tane 'vol' ısmarlayıp parmağını Sinem'in bacaklarının arasına sokmaya çalışabilir. Satın alarak yardımlaşmanın dışında hala eski zamanlardan kalan bir yöntem daha var: takas tipi yardımlaşma. Sen ona bir omuz atarsın, gün gelir o sana bir omuz atar. Her şeyin değeri para değildir. Emek, hisler, kaygılanmalar paha biçilemeyenlerdir mesela. Birbirine paha biçilemeyen yardımlar eden insanlar gördüğümde gözlerim ışıl ışıl oluyor. Bu benim eski kafalı olduğumu mu gösterir? Yoksa sadece bir değer yargısı mı? Sikimde değil, ben yanlı bir tavır sergiliyorum. Siz objektif oluverin bir zahmet. Paylaşın arkadaşlar; elinizde ne var ne yoksa bölün ikiye. Hadi cimrisiniz diyelim, bir tutam koparın, yemeyin hepsini. Sizden daha kötü durumda olan insanlara yaklaşın. Temel fizik amına koyayım ya! Moleküller sürekli bunu yapıyor. Kendinden az elektronu olana yaklaşıp kendininkini veriyor. Bazısı ortak kullanıyor. Ulan biz de moleküllerden oluşmadık mı? Hani aslını inkar eden bizden değildi? İşiniz gücünüz yalan dolan. Sokakta köpek gördüyseniz mesela, koparın simidinizden verin bir parça. Bir parça az yemekle aç kalmazsınız. Su koyun bir kabın içine, bırakın sokağa. Bunlar çok söylendi dostlar, çok anlatıldı. Sadece azıcık görmek gerek etrafta olup bitenleri, koca götlü egolarınızı kaldırıp. Dünya insanın etrafında dönmüyor, insan dünyanın etrafında dönüyor. Jet lag oluyor. Midesi bulanıyor insanların. Siz, dünyayı etrafınızda dönüyor zannederek yaşarken, dönerken size çarpan insanların midesi bulanıyor. Üzerinize kusmak istiyoruz. Ağzımızdan nefretimiz gelene kadar kusmak istiyoruz. Saat 09.15 ve ben henüz uyumadım.

 


GÜN-20

"Meditasyon yapsan geçer aslında kanka. Bu düşünceler aklına geldiği zaman nefes egzersizi yap. Bak, bu işte ustalaşmış adamlar hep bir ferah, sakin, ağaç gibi oluyorlar amına koyayım." Gerçekten de yoga ve uzak doğu sanatlarında uzmanlaşmış insanların normal insan davranışlarından çok daha sakin ve yavaş olduklarını görebiliriz. Bir shaolin rahibinin karizması kimde var? Gandi'yi düşünün mesela. Topun, tüfeğin, ordunun karşısındaki sakinliği... Bir de bizim dırzolara bakın. Silahlar çekildi mi herkes kaçacak delik arar. Hey yavrum hey! Gandi'deki göt hanginizde var lan? Gandi Gandi deyip duruyorum da siz bana bakmayın. Savunduğumdan değil. Zorbalığa karşı zorbalıkla savaşmak gerekir. Akılla, zekayla... Savaş satrançtır. Her hamlenin bir anlamı, her hareketin bir sonucu vardır. Onlarca hamle ötesini hesaplaman gerekir, rakibin hamlesini hesaplaman gerekir, oyun kurman gerekir, tuzak kurman, tuzaklara yakalanmaman gerekir. Zorbanın hep güçlü silahları olur. Kasları, adamları, tabancaları... Güçsüzlerin tarih boyunca yaptıkları en büyük hata güçsüz olduklarını kabullenmek ve bundan yakarıp durmaktır. Onların güçsüz olduğunun kabullenilmesini ve onlara dokunulmamasını isterler. Ancak her zaman zorbaların ilk hedefi olmuşturlar. Kendinden önceki tüm güçsüzler aynı serüvenle ve sonla karşılaşıyorlar, bir sonraki nesil de bundan hiç ders almıyor. Artık güçsüzlerin devrim yapma vakti gelmiştir! Yapılması gereken güçsüz olduğunu kabullenip çözüm odaklı yaklaşmaktır. Bir gün delireceğim şunu insanlara anlatamadığım için: Tartışmalara çözüm odaklı yaklaşın arkadaşlar. Bu sorundan nasıl en az hasarla kurtulabiliriz sorusunun cevabını düşünün. Haklı çıkmak olmasın amacınız. Çözüm odaklı yaklaşmaktan kastım şu: Birlik olmak. Bir gün zorbaların gelip seni rahatsız edeceği kesin güçsüz kardeşim. O yüzden o güne hazırlık yap. Kafanı kullan. Çoğunluk ol. Senin gibi milyonlarca insan var dışarıda. Yardım iste. Para için dilenme, gelecekteki savaşın için dilen. Yardım dilen. Gerekirse silahlan. Bir sopa bul mesela kendine. As sırtına. Bir avuç tuz koy cebine. Koru kendini. Korunmayı bekleme. Çabalarken canın yansın, zaten çabalamadığında da yanıyor. Korkaklık bu! Ben de kocaman bir korkağım. Belki de bu hayatta görebileceğiniz en korkak adamlardan biriyim. Ancak hiçbir zaman çekinmedim başımı belaya sokmaktan. Bu da bana anlatacak çok güzel hikayeler verdi. Deliliğimi seviyorum. Uçlarda yaşamak çok zor ve harika bir şey. Benimle bir gün uçurumun kenarına gelip simitlere martı atmak ister misiniz? Düşünsenize elinize bir ağ almış martı yakalamaya çalışıyorsunuz. Yakalıyorsunuz da... Sonra onu bir simitçi tezgahının içine fırlatıyorsunuz. Martının mutluluğunu hayal edin. Biraz önce yakalanan ve özgürlüğünün elinden alındığını düşünen, bir daha hiç uçamayacağı fikriyle zihni kararmış martı şimdi hayallerine kavuşmuş durumda. Bence bir martının en büyük hayali, gökten simit yağmasıdır. Ya da simit dolu bir havuza düşmek... Issız adaya düşse ilk dileği sınırsız simit olur. Ve siz ona hayallerini veriyorsunuz. İnsanları düşünün, siz martı yakalamaya çalışırken sizi yaftalayacak olan cahil insanları. Hepsi size caniymişsiniz gibi bakacak. Ayıplayacaklar, utandıracaklar, rezil edecekler, şiddet uygulayacaklar. Bir hayalin bedeli bazen ayıplanmak, utandırılmak, rezil edilmek, şiddet uygulanmak olabilir. Hayallerine ulaşmak için çirkin görünmeli insan. Birileri sizi çirkin bulmuyorsa koşu bandında koşuyorsunuz demektir. Dün gece sabahladım. Öğlene kadar uyumadım. Sabah altıda uyku vermeyen yatağımdan kalkıp bir kadınla buluştum. Kadın hemşireymiş. Geçmişte bir hemşire aşıktı bana. Bir gün benim için morfin çalmış işinden atılmayı göze alıp. Çok mutlu olmuştum. Bir insanın benim için böyle bir risk alması, hala umut olduğuna inandırmıştı.