GÜN-66

Ankara günlerinden bahsetmişken gözüme yine eski bir yazım çarptı. Bir şiir. O zamanlar Araftafaray'a giderdim sürekli. Her gün. İki tane çay içer, bütün gün yazar ya da kitap okurdum. Karşılaştığım kadınlara aşık ederdim kendimi, bir ben bilirdim. Onlara ulaşamayacağım, hayatıma girmeyeceklerinden emin olduğum kadınlara. Sonra şiirler yazardım onlar için. Yazabilmek için aşık olmaya ihtiyacım vardı. Ulaşamamaya. O zamanlar zihnimi kontrol edebiliyordum. İnanmayacaksınız belki ama yaşamadığım anıları yaşamışım gibi inandırabiliyordum kendime, yaşadıklarımı hiç yaşanmamış gibi... Yazabilmek için yoğun duygulara ihtiyacınız vardır. Özellikle bu tür şiirse. O yüzden oturduğum yerde bir kadına aşık olabilmem hiç de zor değildi. Yazdıktan sonra da ondan kurtulup başka kadınlara aşık ederdim kendimi. Oturduğum yerden, öylece durarak. Kimseye zarar vermeden... Sonra aralarından bir tanesi girdi hayatıma. Eski sevgilisine aşık hala, ama beni beğenen. O zamanlar herkes beni beğenirdi dostlarım, şimdiki gibi değildi. İçim acıyor düşündükçe, bunca görmezden gelinişim göz önünde bulundurulunca. Onun için bir şiir yazmıştım. Ancak başkasını düşünerek... Şimdi şiir bu kadına mı yazılmış oldu, zihnimdekine mi? Emin değilim. Neyse, kadın şiiri okuduktan bir süre sonra korktu benden ve kaçtı. Yoğun duygular beslediğimi, fazlaca ciddi olduğumu düşündü sanırım. 

Bir çeşit meditasyondu sözleri,

Peygamberliğini henüz ilan etmemiş bir alim misali.

Onlarca müridinle,

Bilmeden nereye yürüdüğünü,

Tanrıyı arıyordun.

Bense yeni başvurusunu yapmış,

Aftan yararlanıp,

Haber gelmesini bekliyordum boşalan Tanrı kontenjanından.


Yüzyıllar önce,

Hani sen bilmezsin,

Hala üşüyebiliyorken insanoğlu,

Hani sen daha açmamışken gözlerini,

Bir çeşit lanetken gözlerin

Gerçeklikten kaçan yarasa misali.

Zihninde binlerce şehir kaçabileceğin,

Kaybolacak bir yer arıyordun.

Bense çıkacak yasayı bekleyen,

Yeni İl olacak bir kasabaydım.

Gözlerinin göremediği

Görmekten kaçtığın karanlıklar içinde,

Terkedilmiş,

Hayalet kasabalardan.


Güneşin yakmadığı hiç bir toprağı sevemezdin.

Güneş o kadar hayat getirirdi ki,

Artık tek ölü daha gömmeye takatim yoktu,

Sevmezdim güneşleri.


Bir çeşit ışık hüzmesiydi nefesin.

Astımından yeni kurtulmuş dumansever misali.

Onlarca keşle,

Arkandaki leşlerle,

Gözlerinde lanet,

Sözlerinde hipnozlarla

Sıcak ve aydınlık gençler arıyordun.

İnsanlar korkar karanlıktan.

Aslında en güvenli yer herkesin kaçtığıdır.

İnsanlar bilmez en korkulacak şeyin kanlı canlı adem evlatları olduğunu.

Bense bir karanlık hurdacısı,

Bir keder avcısı,

Yüzyılın aranan acı definecisiydim.


Senin olduğun yerlere doğduğunda güneş,

Tanrı beni görür sorgulardı benliğini.

Ben tanrının ilk pişmanlığıydım kadın.


Sen ne zaman birini çeksen nefesine,

Tanrının gözünden bir damla yaş düşerdi yeryüzüne,

Buralara hep sağanak yağardı kadın.

İçini ısıtan her güneşe sarılırken sen,

Yalnızlığın babasını nerden bileceksin?


Asla tatmadığı zevkleri anlatamazsın kimseye,

Benim gözlerim karanlık,

Sözlerim acı,

Ruhum nemden küflenmiş

ve yağıyorken her gece sen güldüğünde,

Yeryüzüne...


Sana yağmuru nasıl anlatabilirim?

 


GÜN-67

Beni çok sevecektin. Gözlerinin önündeydim, görmek istemedin. Sen tiyatroya gönül vermiş, tiyatro hayatı olmuş... Her lafı bir oyun, her hareketi sahneden bir parça, benim gibi... Benim rollerim gibi hayatta kalmak için. Ve ben sana gerçek yüzümü gösterecektim zaman içerisinde, beni çok sevecektin. Gözlerinin önündeydim, görmeyi reddettin. Sokaklarda oyunlar kuracaktık mesela insanlara. Durduk yere, bir göz kırpmasıyla bağıra çağıra kavga etmeye başlayacaktık. Sonra ben senin ayaklarına kapanıp af dileyecektim. Sonra tekrar küfür kıyamet... İnsanlar başımıza toplanacak, bizi ayırmaya çalışacaktı. Onları oyuna dahil edecektik. Onarla oynayacaktık. Sonra arkamızı dönüp yolumuza ilerlerken kahkahalar atacaktık herkese rağmen. Ardımızdan bakanlar ne tutkulu aşkmış, bunca kavgadan sonra öpüşerek yürüyorlar, kahkahalar atıyorlar diyeceklerdi. Alay edecektik herkesle, binlerce anı biriktirecektik. Ben sana İzmir'i öğretecektim bildiğim kadar. Ara sokakları, köhne binaları, ucuz mekanları, güzel insanları, sokakları, sokakta yaşanan hayatı öğretecektim. Sen bana gülecektin. Ben daha çok öğretmek isteyecek, kendim de öğretecektim, sadece senin için. Kitap okuyacaktık beraber, beraber yazacaktık. Sen derslerinden bunalmış, benim evimin yolunu tutacaktın. Gelip okulda olanları anlatacaktın saatlerce, öfkeyle, bazen sevinçle. Ben bir yandan üzülecektim yanında değilim diye, diğer yandan keyiften ölecektim mutlusun diye. Sen bir hayat bıraktın ardında aşık olduğun, yeni bir hayata koştun. O hayatta ben de olacaktım. Beni çok sevecektin. Gözlerinin önündeydim, görmeyi beceremedin. Gece ben yatağa girdikten sonra odaya girecektin. Gülümseyerek gözlerime kadar çekecektim battaniyeyi, tüm şirinliğimle. Üzerimden kaldıracaktın gülerek, ben mücadele edecektim. Boğuşacaktık orada kahkahalarla. Sonra ben bir anda doğrulup bir hikaye anlatmaya başlayacaktım saçma sapan. Bağıra çağıra, şivelerle. Sen de katılacaktın bana. Yine kahkahalarımıza boğulacaktı her yer. Kızacaktın bana. Kavgalar edecektik. Sonra ben dayanamayıp öpecektim seni, sen beni tekrar sevene dek. Beni çok sevecektin. Gözlerinin önündeydim, beni istemedin. Hayat beni her anlamda o sınava getirdi bin bir tesadüfle. Bir anlamı olmalıydı, kazanmalıydım. Her şey bunun için gelişmişti çünkü. Kazanamadım. Seninle tanıştım. Konuştuk, aramızdaki doğaüstü iletişim sana çekti beni. Sınavı kazanamadıysam başka bir anlamı olmalıydı onca tesadüfün. Ben de sen zannettim, seni buldum. Beni çok sevecektin. Sana gelişimi göremedin. Belki bir gün bu satırları okursun, ümidimi kaybetmedim. Çünkü bunca işaretin bir anlamı olmalıydı ve ben bu büyük hezeyandan sonra tek anlamının sen olmasını istiyorum tüm kalbimle. Çünkü gülüşünü her gördüğümde, her gördüğümde fotoğraflardaki maskelerini, altındaki seni istiyorum. Seni istedikçe, her gün daha fazla istedikçe daha iyi, daha güçlü, daha çok bilen bir adam olmak için, sana layık olabilmek için çaba sarf edecektim çünkü. Sen sadece bir aşk olmayacaktın benim için. Sen beni ileriye taşıyacaktın var olduğun sürece. Bir kez girdikten sonra hayatıma, gitsen bile sana layık olmaya çalışacaktım her geçen gün biraz daha. Saçmalıyorum dostlarım, affedin. Duygularım beni ele geçirdiğinde şiirler yazardım eskiden. Böylesine hissettiğimde duygularım dökülürdü kağıtlara. Körelmişim. Artık şiir yazamıyorum. Ben de böyle ifade etmeye çalışıyorum dizelerimi, belki yıllar sonra görür de anımsar, bir kez olsun gülümsemesi belirir yanaklarında diye ondan bahsediyorum. Beni çok sevecekti. Ancak hiç bilmeyecek beni ne kadar çok sevebileceğini. Şimdi paylaşıyorum bu yazının bir kısmını, belki görür de hatırlar, bir ışık belirir hayatın uç kısmından gözlerime doğru diye. Komik, sonuca ulaşmayacak bir çaba bu. Gerçekten beni küçük düşürecek bir hal. Ancak umurumda değil dostlarım. Zweig'in Amok Koşucusu gibiyim konu o olduğunda. Sadece koşuyorum nereye koştuğumu bilmeden. İkimizden biri ölene dek sürecek bu koşu sanırım. Ben uzaktan, onun varlığımdan haberdar olmadığı bir yerden onu izliyor olacağım. Onu izleyecek ve gülüşünün bana olduğunu hayal edeceğim. Ne kadar da bencilce değil mi?

 


GÜN-68

Ankara... Karanlık bir hikaye. Ele geçirilmiş, hapis olunmuş, yalnızlık dolu bir hikaye. İki metrekare, kapısız ve ışıksız bir oda Ankara. Seni öldürmeye çalışır soğuğuyla, rengiyle, yalnızlığıyla. Karanlığından kurtulmanın bir yolu yoktur. Sadece gözlerin alışır zamanla. Karanlığı renklendirmek senin elindedir. Zaten tek yoldur bu gözlerinin alışması için. Açarsın gözlerini canın yanana dek ve dans etmeye başlarsın. Björk'ün Dancer in the Dark'ta yaptığı gibi. Peki ya ben alışabilecek miyim bu koyu karanlığa? Önümü görebilmeye başlayabilecek miyim geçen zamanla? Yoksa geçen her an beni ölümüme mi hazırlayacak yavaşça? Her an ölüme hazırlıyor zaten bizi, biliyorum. Sürecin hızlanmasından bahsediyorum. Ölüme emeklemek de var, ölüme koşmak da. Aslında biz seçiyoruz biraz da nasıl gideceğimizi. Her halükarda gideceğiz, ancak yorulacak mıyız, yoksa kaçıracak mıyız hayatı bize kalıyor seçim. Çünkü yavaş gitmek akışı kaçırmak demektir. Çok hızlı gitmek akışı kaçırmak demektir. Hızlı yaşayan gerçekten genç ölür dostlar. Yaşça genç ölürler, deneyimsel olarak değil. O insanların sahip olduğu deneyimler yetmiş yaşında emekleyerek büyümüş bir adamınkinden kat be kat fazladır mesela. Karanlıkta hızlı koşarsan etrafa çarpa çarpa öğrenirsin sınırlarını. Ya da gözlerinin alışmasını beklersin ve yavaşça öğrenirsin sınırları, görerek. Biri oldukça acılıdır, canın acır her çarpışında, nasır tutarsın. Diğeri sakindir, güvenli, daha geç ulaşırsın amacına, daha uzun yaşarsın, daha az bilirsin sınırların ucunda neler var, kutunun içinde neler var. Oysa nasır tutan adı gibi bilir çarptığı her köşeyi. Çünkü insanın canı yandığı zaman unutmaz dostlarım. Dövüş sanatlarında çok güzel öğrenirsiniz bunu. İstediğin kadar yumruktan kaçmaya çalış. Yumruğu bir kez yedin mi artık dört gözle beklersin onun geleceği yeri. Burnun kanıyorsa hep burnunu korursun o vakitten sonra. O yüzden çarpa çarpa öğrenir insan, baka baka değil dostlarım. Ailelerimiz her daim baka baka öğrenen çocuklar olmamızı istediler. Korkak, güvende, yalnız... Ne zaman deneseniz yaşayarak öğrenmeyi ağzınıza terliği soktular. Kulağınızı çektiler, tokadı indirdiler. Darbe sonrası yetişen korkak neslin çocuklarıyız biz. Maalesef ki korku içinde büyütüldük. Bizim bu korkumuzdan beslendi zalim olanlar. Çünkü zalim olanlar korkakların peşine düşer dostlarım. Hatırlamıyor musunuz okul zamanlarınızı? Okulun zorba çocuğu hep korkak olana saldırmamış mıdır? Yeri geldiğinde o korkak olan canına tak edip kendini savunduğunda aslında zorbadan daha güçlü çıkmamış mıdır? İnsanlar güçten değil, gücün gösterilişinden korkar dostlarım. Bir düşünün. Çok güçlü ancak mütevazi adamlardan mı korkulur yoksa gücünü etrafına reklam yapan adamlardan mı? Silahını gösterenden mi korkulur yoksa saklayandan mı? Reklam yapanın da gösterenin de tek beslendiği şey işte bize çocukluğumuzdan beri zerk edilmiş bu korkudur. Şu an ülkenin bu durumu da bizlerin içinde bulunduğu bu buhran da bunun sonucudur dostlarım. Maalesef ki bizi darbe bitirdi. Bizi korkak anne babalarımız bitirdi. Bir kez ölmekten korkup her gün ölmemize sebep olanlar yok etti bizi. Hani bizim atalarımız esaret altında kalmaktansa ölümü yeğleyen insanlardı? Hani Türk'üm, doğruyum, çalışkanım? Hani Osmanlı torunları? Hepiniz car car konuşup korkak köpekler gibi saklanıyorsunuz bizi yavaşça tükettikleri bu zamanlarda. Uyanın! Esaret altındayız! Ele geçirildik! İşkence görüyoruz! Yavaş yavaş öldürüyorlar bizi. Esir alınmış düşman askerleri gibiyiz. Yıllardır bizi yöneten herkes bizi düşman askeri olarak görüyorlar. Yağmalıyorlar, tecavüz ediyorlar, hapsediyorlar, işkence ediyorlar, çalıştırıyorlar, köleleştiriyorlar ve kimse korkusundan sesini çıkartamıyor. Lanet olsun ki kimse ağzını açamıyor! Bu saatten sonra bir şey değiştirebilir miyiz derseniz tek yol toplu intihar derim. Bütün fabrikanın aynı anda işi bırakması gibi düşünün. Bütün ülke aynı anda ölürsek eğer çalabilecekleri hiçbir hayat kalmaz. Bu da bir sonraki nesilleri, yani ülke sınırlarına aktarılacak başka dünya insanlarını refaha kavuşturur. Cahilliğin çözümü yoktur dostlarım. Cahillerin demokrasisi ölüm getirir. Bizim her yerimizi leş kaplamış bu memlekette. Ve işin kötü yanı bu leşler onlara değil bize ait. 

 


GÜN-69

Dokun ölü bir adama. Soğuk ve suçlu. Ölüler her zaman suçlu olur, suçlular hep ölüme nazır. Kiminin alkol kokar nefesi, kiminin solmuş gözleri hala kıpkırmızı. Dokun ölü bir adama, ver ümitlerini. Can vermekten başka, neyin eksilir ki? Ben romantik bir adamım dostlarım. Ne kadar şen şakrak, dünya sikinde değilmiş gibi gözüksem de içimde fırtınalar kopar her daim. Aşkı hissetmem, sevmem, sevilmem dolanır yüreğimde. Ancak bildiğiniz üzere tam beş senedir gerçek anlamda hiçbir his dolanmadı yüreğimde. Ben de yine daha önce anlattığım gibi suçsuz günahsız kadınlara aşık edip durdum kendimi. Bazense yapacağınız tüm kötülükleri hak eden kadınlara... Onlardan biriydi sınav dönemimde beni yaratan kadın. Hani her kötülüğü hak edenlerden... Her şeyin ilk başında, beni ilk gördüğü anda aşık olmuş bana. Yıllar süren ilişkisi ve nişanlısına rağmen. O yanı başımızdayken hem de. Onun okuduğu bölüme girmek istediğimi söylediğinde gözleri ışık saçmış. Yapışmıştı yakama, beraber çalışalım, ben seni hazırlayayım diye. Ben yine umursamaz tavırlarımla hayallerimin peşinden gitmemekte kararlıydım. O olmasaydı bu noktalara gelemezdim gerçekten dostlarım. Benim kalemimi o yarattı. Sonra çalışmaya başladık beraber. Öylesine üzerime düşüyor, öylesine sarıp sarmalıyordu ki beni... Beraber edebi sohbetler yapıyor, gülüp eğleniyorduk. O dönem Ankara'daki hareketli hayatımdan yeni dönmüş, sudan çıkmış balık gibiydim o sakin ve yalnız sahil kasabasında. Alışamıyordum o yalnızlığa bir türlü, eski şaşalı günlerimin özlemiyle kendime zindan edip duruyordum hayatı. Büyük boşluk içerisinde psikozlarımla boğuşuyordum. Onunla geçirdiğimiz vakitler öylesine iyileştirici, öylesine özeldi ki benim için... Yıllardır hayalini kurduğum bir ilişkinin ortasındaydım. Hem de bu bir kadındı, imkansızdı. Ancak müthiş kurgu yeteneğim düşünmeden edemiyordu, iki ünlü yazarın tarif edilemez aşkı doğar mıydı buradan? Yıllar sonra başkalarının hikayelerinde bahsedeceği türden. Hani Tomris ile Cemal'in aşkı gibi... Düşünüp eğleniyordum kendi kendime. Ancak bir yandan da içime huzur doluyordu onu nişanlısıyla görünce. O kadar mutlu gözüküyorlardı ki... Beraber yaşıyor, beraber çalışıyorlardı. Her şeyleri bir olmuş, hayatları birleşmişti adeta. Daha önce etrafımda hep böyle ilişkiler oldu ve ben onların üçüncüsü, çocukları gibi oldum hayatım boyunca. Onlarla beraber takılmayı falan hayal ediyordum. Sonra bir gün açıldı bana, tutamamış içinde daha fazla. Ben beş senedir böyle bir aşk görmemiştim dostlarım. Anlattıklarına bakıldığında öylesine büyük bir aşk beslemiş ki bana karşı, korktum. Tir tir titredim adeta. Birkaç güne kadar kurduğum hayallerim gerçek olmuştu bir anda. Ancak o nişanlıydı. Peki bu büyük patlaması sonucunda ayrılır mıydı nişanlısından? Bu hikayeye daha sonra devam edeceğim dostlarım. Siz de birazcık meraklanın. Anlatacağım her şeyin kayıtları, mesajlaşmalar, her biri duruyor hala. Doğru zaman için saklıyorum. Gün gelecek, geriye bakacak ve her birini tek tek okuyacağım. Kitap olur dostlarım. O güzel sohbetlerimizden harika bir aşk kitabı olur inanın. Ben yuva yıkacak bir adam mıyım? Evet, tam olarak ben yuva yıkacak bir adamım. Umursamaz, başkasını düşünmeyen bir adama çeviriyor beni karşılaştığım ihanetler. O insanın ihanet etmesine bile gerek yok ayrıca... Ben kötü bir adamım. Can'ı çok özledim. Her anımda onu arıyorum. Ancak ilaçlarla onu tamamen bloklamış durumdayım. İlaçların etkisinden değil bu, onun benden intikamı. Beni öldürmek için ilaçlara mı sarıldın, sen bilirsin ben de ölürüm diyor. Mahrum bırakıyor beni gücünden, kurtarıcılığından. Bense öylece kalakalıyorum dizlerimin üzerinde. Daha ne kadar parçalanabilirim bilmiyorum. Ancak şuna eminim ki son ana kadar bekleyecek beni kurtarmak için. Tamamen yok oluşumu görmeden asla harekete geçmeyecek. Onu besleyebilecek bir şey bulamıyorum artık, ilaçlar izin vermiyor. Çaresizim dostlarım. Kedinin bokunu gömmek için kumuyla oynayışının çıkardığı ses beni çok rahatsız ediyor. Bir dakikalık sıçma eylemi için on dakika kum kazıyor geri zekalı. Her gece buna katlanıyorum. Ne zaman yatağa yatsam inat için başlıyor. Ne zaman yazmaya çalışsam...

 


GÜN-70

Korkak bir adamım ben dostlarım. Dünya üzerinde görebileceğiniz en korkak adamım ben. Paranoyalarım ve kurgularım yüzünden, binlerce ihtimali aynı anda yaşamam yüzünden, imkansızlara inanmam, onlara canla başla sarılmam yüzünden korkağın tekiyim. Bir anda telefonun çalabilme ihtimaliyle bir anda meteor düşme ihtimali aynı benim için. Çünkü bu siktimin dünyasında her şey mümkün dostlarım. Bu tam anlamıyla bir kara büyü. Onun bana yaptığı buydu işte. Bir anda beni içine çekti ve tüm hayatımı alt üst etti. Madem hiçbir şey yapmadan bekleyecektin, içinde tutsaydın ya aşkını. Sarılmasaydın ya bana kalbin bam, bam atarken. Benim suçum neydi be kadın? Sadece oturmuş bekliyordum öylece. Okula girebilmek ve eski hayatıma dönebilmekten başka bir şey istemiyordum. Nereden çıkmıştı durduk yere bu tuzak? Her daim böyle olmuştur. İstemediğim ot her daim burnumda bitmiştir. Hep içine çekmiştir beni hayat, hep karanlığına sürüklemiştir. Bataklığa batmış gibi çırpınıp durmuşumdur her daim, çıkabilmek için, nefes alabilmek için. Her seferinde de ayaklarım bataklığın tabanına değmiş ve sonsuz karanlık, sessizlikle baş başa kalmışımdır ağzım, burnum çamur dolu halde. Manidar bir şiirle veda edeceğim bugün de sizlere.

Adım adım;

Gecenin sonuna doğru...

Kayıp sokakların köhneliği

Senin de yakmıyor mu canını?


Kendi soluğunda dans ediyorsun.

Kendi soluğunu bu denli dinlemek

Nasip olmaz her var olana.

Beni de davet ediyor

ve üç kuruşluk hayatıma anlamlar yüklüyorsun,

Gözünü bile kırpmadan.

Biliyorum;

çünkü ilk gördüğüm andan beri

Başka bir şey göremiyorum.


Ümitli hayatının ışıltısında;

Hani gözlerine çarpar ya

Uzunları yakıp karşından gelen araç,

Öylesine görünmezdim;

Umutlarının parıltısında.


Neyse ki, dostum sokaklar

Bu gece de karanlık yeterince.

Görünmez insanların kaybolabildiği yerler,

Sokakların mağdur boşluğu...

Kaçmak için evrilmiş insan,

Önce kendinden.


Anlatsam inanmazsın;

Yalnızlığın en güzel halidir karanlık.

ve insan en çok

karanlıkta konuşur kendiyle...