GÜN-86
Bugün on üç saat uyudum. On üç saat! Ne demek bu dostlarım? Bir insan yirmi dört saatlik bir günün on üç saatini nasıl uyuyarak geçirebilir? İhtiyaç mıdır sizce bu? Bıktım bu ilaçların zihnimde yarattığı karanlıktan. Onlar olmadan hayatta kalamıyor, onlar olduğu zamansa hayatı kaçırıyorum. İlaç kullanmadığım zamanlar, yani kafam paranoyalarla ve hezeyanlarla dolu olduğu vakitlerde günde iki, üç saat uyuyabilirdim. Bir saat daha fazla uyku için her şeyimi verebilecek haldeydim. Yıllarca böyle sürdü bu. Üç senelik malum süreçte ne bulursam içtim uykuya dalabilmek için, kafamdaki sesleri susturabilmek için... Ondan öncesini, yani ortaokul lise yıllarımı da hesaba katarsak ortalama dört saat, beş saat uykuyla sürdürmüştüm yaşamımı. Belki şimdi onun acısını çıkartıyordur zihnim. Çıkartmasın, istemiyorum. Güne geç başladığımda ya da fazla uyuduğumda bütün günüm mal gibi geçiyor. Hem fiziksel hem de zihinsel olarak, vücudumu kocaman, karanlık, saydam bir duman sarmış, dışarıya çıkışı ve içeriye girişi engelliyor gibi hissediyorum. Karanlık bir aura gibi. İnsanlar bana baktıklarında ilk onu görüyorlarmış gibi. Aslına bakarsanız o karanlık auranın uykuyla alakası yok. Ben birkaç yıldır o aurayla yaşıyorum zaten: zifir auranın ardında saklanan saydam, görünmez bir Derman. Yürüyen karanlık. Bu yüzden yaklaşmıyorlar bana, bu yüzden kaçıyorlar benden koşarak ve arkalarına bakmadan. İnsanların beni ve benim gibileri gördüklerinde korkup kaçmayacağı yarınlar istiyoruz. Bunu ben yarattım belki de ancak ben istemedim. Şimdi düşünüyorum da hitap etmeye çalıştığım benim gibi insanlar bunu okuyunca kitabı fırlatıp atacaklar. Çünkü bu halde olduğunu kabul eden insanların sayısı oldukça az. Etrafıma baktığımda benim gibi olan ancak asla benim gibi olduğunu kabullenmeyen insanlar görüyorum. Ve bu satırlarla onlara ulaşabilmem mümkün görünmüyor. Bu toplanma çağrılarım, bu dünyayı değiştirme kaygılarımın hepsi boşa gider onları uyandıramazsam. Ve ben gerçek anlamda onlara nasıl dokunacağımı bilemiyorum bile. Eğer dokunamazsam her şey boşa gider dostlarım. Ben olmayacağım. Ben söyleyen ve yok olan olacağım. Ben varken bunlar ortada olmayacak. Beni dinleyenler aslında beni değil tüm yitirilmişlerin sesini dinliyor olacak. Beni öğrenecek ancak beni göremeyecekler. Bana ihtiyaçları da olmayacak zaten. Çünkü bir delinin kendinden başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Yaşamak için de harekete geçmek için de. Sevmek için de öyle, saklanmak için de. Sevmek saklanmak demek zaten biraz bizim için de. Her birinizin içindeki Can'a sesleniyorum. Sizlerle işim yok. Her birinizin içindeki sıkışmış ve patlamayı bekleyen ışığa dokunmaya çalışıyorum. Dokunmağa mı yoksa? Hangisi doğru? Neyse, önemi yok. Siz beni anlıyorsunuz ya, o bana yeter. Anlıyorsunuz değil mi? Boşa değil bunca laf kalabalığı. Kalabalıktan korktuğunuz kadar benim kalabalık satırlarımdan korkmuyorsunuz. Yalnızlığınızdan korktuğunuz kadar satır arasındaki boşluklardan korkmuyorsunuz. Karanlıktan korktuğunuz kadar ışıkları açıyorsunuz bu satırları okurken. Düşmekten korktuğunuz kadar sıkı tutuyorsunuz kitabı. Kaçmaktan korktuğunuz kadar uzağa fırlatıyorsunuz benimle aynı fikirde olmadığınız zamanlarda, kitabı. Kitap mı? Ne kitabı? Yine ümitlerime kilitlenmiş, imkansız gerçekliklere inanmış gülümsüyorum etrafta. Sahiden, benden sonra birileri bulup sizlere ulaştırır mı bu cümleleri? Can ne kadar da kızardı öyle bir şey olsa, eşgalini serdim diye bütün insanlığa. Can ne kadar da öfkelenirdi, ondan kurtulmak için bunca zahmete girdiğimi görse. Belki uykusunda yakalamışımdır onu ha, ne dersiniz? Belki farkında değildir tüm bu olanların. Ya da farkındadır da yine kahkahalar atıyordur benim bu saçma çabalarıma. Bir yere varmayacağını bildiği, bir boka yaramayan çabalarımı gördüğü o uzak tahtından bakıp, bacak bacak üzerine atmış, ellerini iki yana açmış, ağzından tükürükler saçarak savuruyordur o lanetli gülüşünü zihnimin boşluklarında yankılanacak şekilde. Belki de artık gerçekten terk etmiştir beni. Başka bir zihne aktarmış kendini, orada soğuruyordur hayatı benliğine. Belki de o terk ettiği için beni artık kimse görmüyordur. Allah kahretsin! Can'a satmayı bıraktığımdan beri ruhumu, hiçbir işim rast gitmiyor dostlarım. Şu an farkına varıyorum bunun. Terk etmiş beni tamamen. Allah kahretsin! Bu bedenle, bu zihinle nasıl hayatta nasıl kalabileceğimi bilmiyorum ben. Defalarca anlattım size, o hayatta tuttu bu salyangozu diye. Şimdi sırtımda kocaman bir kabuk, dolanıyorum etrafta tüm yırtıcılardan kaçarak. Bilmiyorum nasıl yaşanır, bilmiyorum. Kabuğumdan kafamı çıkartıp etrafta nasıl hareket edilir ölmeden, bilmiyorum. Bu karanlık benden önce de vardı. Ancak şimdi insanlar bana bakıyorlar ve koşarak uzaklaşıyorlar benden. Çünkü Can eksildi içimden. Can yitince ne kaldı benden geriye?
GÜN-87
Can'ı arıyorum. Günlerdir ondan bir iz arıyorum zihnimin her köşesinde, hayatımın her anında. Tekrar ona ulaşabilmenin bir yolunu, beni tekrar himayesine alıp kurtarmasının bir yöntemi var mı diye koşturup duruyorum zihnimin odalarında. Saklanabileceği yerlerine bakıyorum. Anılarımda arıyorum onu. İlk kez onu yendiğim, hapsettiğim zamana gidiyorum sonra. Vinas'ı ona tercih ettiğim ve hayatımın ondan sonrasını mahvettiğim zamana. Vinas'tan sonra beni kabul etmişti. Tekrar almıştı hükmü eline. Ancak sonra... Uyuşturucuya başladığım zamandan sonra yavaşça yok oldu. Uyuşturmuşum ben Can'ı. Uzun zamandır uzak kalmama rağmen neden çıkmıyor hala ortaya? Yoksa tamamen zehirleyip öldürdüm mü onu? İçimizdeki diğer benliği, asıl olanı öldürüyor olabilir mi uyuşturucu? Böylesine büyük bir kötülüğü olabilir mi gerçekten, bize biraz vakit kazandırıyorken. Çünkü biliyorsunuz ki bir dönem başka çarem kalmamıştı seslerden ve uykusuzluktan, korkulardan ve paranoyalardan dolayı... Gidiyorum. Her şeyin başladığı yere, düşünüyorum. İlk kez Vinas tanıdı onu. İlk kez her haliyle o şahit oldu. İlk kez biri, onu görüp saklanmadı, koşarak kaçmadı. İlk kez onun da sevebilmesini sağladı, gardını indirdi. Can'ı yenebilecek kudrette tek insan oydu çünkü. Bir mektup geçti elime, ne zaman yazıldığını bilemiyorum. Vinas'tan başkasından olma imkanı yok. Can'ı anlatmış mektupta.
İnsanlar, o konuştuğunda hiçbir zaman ciddi olup olmadığını anlayamazdı. Tabi bu onun isteğiydi. Kendi yarattığı bir lanet... Hayatı boyunca anlaşılmak için her deliğe girmiş, her şeyi denemiş bir adamın, umutsuzca içe çöküşüydü bu. Anlaşılmamak üzere yaptığı şeylerin her birinde, bir gün birinin onu anlayabilme ihtimaline tutunuyordu bilmeden. Küçük bir çocuktu aslında: hiç doğmamış... Daha doğar doğmaz, çocukluğundan başlayarak elinden her şeyi alınmış. Gariptir... Ben bile onun 'ben demiştim' lerine yüzlerce kez maruz kalmadan önce anlayamamıştım ne kadar ciddi olduğunu. Saklanmak bir sanattı onun için. Bir keresinde " bana saklanmaktan başka çare bırakmadılar" demişti karanlıklarında boğulurken. Onun böyle anlarına, bir şeyleri geyiğe vurmadan anlattığı zamanlara pek rastlayamazsınız. Tabi hepimiz bunun da bir rol olduğunu sandık yıllarca. Şimdi dönüp bakıyorum da... Anımsayabildiğim her dalga geçişi, her saçma sapan hareketi, her bakışı, her, her, her, her biri yarın "ben demiştim" diyebileceği şeyleri barındırıyormuş. Ona sorabilseydim eğer; bu kadar rolden, bu kadar saklanmaktan sonra bu durumun suçlusu kim oğlum? diye, sigarasından kocaman bir nefes alıp "tabi ki benim." derdi. Çünkü dünya üzerinde meydana gelmiş ya da gelecek hangi olayın sebebini sorsanız "tabi ki benim." derdi. Şu an bunun nedenini anlayamıyorum. Ama adım gibi eminim her birinin bir anlamı vardır. Kocaman bir gamzesi vardı, yanağının iki tarafında da... O bahsettiğim karanlık anları dışında kalan her konuşması, her tepkisi o gamzeleriyle perçinlenirdi. Ne kadar da mükemmel bir hayatı olmalı, böylesine nasıl gülebilir dertli bir insan diye düşünmeden edemezdiniz. Hiç birimiz fark edemedik. Allah kahretsin, hiç birimiz en ufak bir şüphe bile etmedi. O sigara içişindeki ciğerini doldurduğu nefesi, yani ikinci nefesi sırasında sanki bütün evrenin kederini kalbine dolduruyordu. Ve biz oturup acaba kimden gördü de özendi diye düşünmekten ötesine geçmemiştik. Hayır adam. Bu durumun suçlusu sen değilsin. Bizleriz. Çünkü ne kadar usta bir gizlenici olsan da ne kadar mükemmel planlar kurup oynasan da senin içinde yakalanmak için yanıp tutuşan ve bunun için her yere izler bırakan bir seri katil ruhu vardı. Ki bunu da defalarca söylemiştin o ciddiyetsiz tavırlarınla. Görünebilmek için her şeyi yapmana rağmen bildiğin kadarıyla, her birimiz reddettik algı eşiğimizde sana küçük bir oda ayırmayı. Keşke daha fazla şey hatırlayabilse insanoğlu geçmişine dair... Şimdi görebiliyorum. Seni saklanmak zorunda bıraktığımızı... Senin elinden her şeyi tek tek aldığımızı... Artık her şey için çok geç biliyorum. İlk tanıştığımızda bana dediğin gibi: keşke on yıl sonra karşılaşsaydık.
GÜN-88
Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Gün içerisinde olanların hiçbirini hatırlayamıyorum. Zihnim kendini korumak için sürekli olarak her şeyi unutma eğilimi gösteriyor. Gerçekten hafızam kötü olduğundan mı yoksa zihnimin savunma mekanizması mı bu bilemiyorum. Ancak her halükarda ben, hiçbir şey, hatırlayamıyorum, dostlarım! Hele böylesine hezeyanlı, berbat geçen günlerin akşamına zihnim bomboş oluyor. Yaşasın ilaçlar! Birkaç olaya ölesiye takılıp onlardan başka bir şey düşünemeden yaşamaktansa hiçbir şey düşünememeyi tercih ettim ben. Korkağım ben! Kocaman bir korkak! Can'ı normal bir hayata değişmem gibi, ihanetim kadar korkağım işte. Bugün hırsızlık yaparken yakalandım. Bir diş fırçası çaldım. Bir de muzlu süt. Elimde de bir muzlu süt vardı parasını ödemeyi planladığım. Çalışanlardan biri takıldı peşime, fark ettim. Başka şeyler de çalacaktım. Fark edince bıraktım, sadece diş fırçasıyla devam ettim. Ancak onu da bırakmam gerekiyordu. Nerede durmam gerektiğini bilemiyorum hiçbir zaman. Bir ümitle sonuna kadar gidiyorum. Durumu fark edip diş fırçasının olduğu reyona geri dönerek diş fırçasını bırakıyormuş gibi yaptım. Sonra döndüm ve geriye doğru yürümeye başladım. Çocuk dik dik bakıyordu. Ben de 'kolay gelsin' dedim. 'elindeki diş fırçası nerede' dedi. 'bıraktım' dedim. 'hayır bırakmadınız' dedi. Ben de çantamı açıp diş fırçasını çıkarttım ve çocuk elimden alıp uzaklaşırken de arkasından 'ödeyeyim ben onu' dedim. Beraber kasaya gittik, diş fırçasını satın aldım ve hikaye böylece sonuçlandı. Şimdi sürekli olarak aklıma o anlar geliyor ve çocukla yeni yeni diyaloglar kuruyorum. Selam psikoz! Binlerce kez yaşadım o anı tekrar tekrar. Her birinde farklı senaryo, her birinde farklı diyaloglarla... Beni yıkan şey kendime kızgınlığım. Onu fark etmeme rağmen, bütün olan biteni görmeme rağmen neden vazgeçmedim? Neden öylesine basit bir insanla böyle bir diyalog içine girmek zorunda kaldım? Bu benim için çok acı dostlarım, haksız olduğum zaman birinin karşısında durmak. Haklı olduğum zaman asla geri adım atmam, ne gerekiyorsa yaparım fazlasıyla. Sertimdir, vurucu... Ancak eğer haksızsam ağzımı bile açamam karşımdakine. Donmuş gibi kalırım öylece. Sikseler sesimi çıkartamam dostlarım. Ve en nefret ettiğim durumdur bu yüzden, haksızken bir insanın karşısına çıkmak. O yüzden hayatım boyunca haklı olmak için mücadele verdim. Kendimi o korkak, donmuş, yetersiz, boş, küçük düşmüş halde görmemek için. Ancak yine ve yeniden o halimle karşınıza çıktım bu sabah. Üzgünüm. İçimdeki tek duygu bu... Tekrar öyle hissettirdiğim için kendime çok kızgınım. Tekrar küçük düştüğüm için öylesine üzgünüm. Sanırım hırsızlığa bir süre ara vereceğim. Yarın tekrar işe başlıyorum, sanayiye. O kahrolası ortama geri döneceğim. Başka çarem, daha düzgün bir yolum kalmadı maalesef. Eski iş yerimin bana attığı kazıktan sonra elim ayağım bağlandı. Yine ustam kurtardı beni. Bir bakıma o atölye üzerinde dönen çılgın projeler etkiliyor beni, orada olmak istememi sağlıyor. Size onlardan bahsedemeyeceğim maalesef çünkü henüz hayata geçmemiş projeler bunlar. Sadece fikir aşamasında. Ancak size bahsettiğim birleşme ve güçlenme kafası mevcut projelerde. Etraftaki herkese faydalı olacak, istihtam sağlayacak, geliştirecek, anlatacak ve dinletecek projeler. Para akışı sağlandığından itibaren her büyüyüşünde daha fazla insana ulaşacak ve daha fazla insanı içine alarak fayda sağlayacak projeler. Onların yanında yer alabilmek için, bu harika projelere dahil olabilmek için sanayide çalışmam gerekiyor. Yine ortalama kırk yaşında insanlarla arkadaş olacağım. Bu canımı sıkan bir nokta... Yaşımı yaşayamıyorum dostlarım. Hayatım boyunca kendi yaşımı yaşayamadım bir türlü. Hep olduğumdan büyük olmak zorundaydım. Hep daha büyük, hep daha güçlü... Sanırım bu benim kaderim. Başka bir yol aramak artık manasız. Ne yaparsam yapayım hayatımda bu düzenin içerisinde buluyorum kendimi. Benim yaşlarımdayken kendinizden büyük insanlarla vakit geçirmek, hem de yakın bir bağla bunu yapmak sizleri gerçekten çok başka noktalara taşıyor dostlarım. Tam da büyümenin en doruk noktasındayken, hayatı ve insanları yeni yeni çözmeye başlamışken hayatınıza giren bu insanlar algınızı üç-beş sene öteye çekiyorlar. Sizin yaşadıklarınızı yaşamış ve gördüklerinizi görmüş olmalarından dolayı sizlere verdikleri tavsiyeler, eğer onları dinlerseniz birkaç bölüm atlamanıza sebep oluyor. Hızlıca büyümeye başlıyorsunuz. Artık yaşıtlarınız, diğer arkadaşlarınız oldukça boş ve çocuksu gelmeye başlıyor sizlere. Her şeye alışıyor çünkü insan. Yanındakilere adapte oluyor hemen. Bunca yaşanmışlığın ardından üç-beş tane çocukla arkadaşlık edin, hemen geri dönersiniz olduğunuz yaşa. Ancak öğrenmiş ve bilge biri olarak. Büyüklerle vakit geçirmek iyidir bu yaşlarda. Eğer siz isterseniz çok şey katılır zihninize, ilerisi adına. Büyürsünüz hızlıca. Çocukluğunuzu kaybederek...
GÜN-89
İletişim bir enstrümandır. Herkesin belirli sayıda enstrümanı vardır. Bizlerden bir senfoni çıkarken, diğerleri bir düğün müziğinden öte gidemiyor dostlarım. Sokaktaki insanların mesela, sadece bir tane enstrümanı var. Eğer senin elinde aynı enstrümandan yoksa onun sesini duyamaz, onu anlayamazsın. İşte durum burada özetleniyor. Birbirimizin sesini duymak... O zamana dek öğrendiklerini duyabilirsin sadece çünkü bir tek onları biliyorsundur. Diğer sesler yabancıdır sana. Her yeni öğrendiğin enstrüman yeni insanlar katar hayatına. Mesela sokaklarda büyümüş bir adam üniversiteye gittiği zaman hem hocasıyla çok sağlıklı iletişim kurabilir hem de okulun hademesiyle. Ancak babasının villasının bahçesinde büyümüş bir çocuk üniversiteye gittiğinde, o binada çalışan hademeyle iletişim kuramaz. Bana istisnalardan bahsetmeyin, kalbinizi kırarım. Neyse, enstrüman diyorduk. Bu durum dünyamızın ne kadar geniş olacağını da belirler şüphesiz. Ne kadar çok insana dokunabiliyorsan o kadar aşarsın sınırları. Burada dil öğrenmekten bahsetmiyorum. Köydeki, kasabadaki tamirciye ana dili gibi İngilizce öğretsen, kör cehaletini başka dilde yaşamaktan öteye geçemez. Mesele insanların dilinden anlayabilmek. Her dile farklı dokunabilmek. Her zihne farklı temas edebilmek. Çünkü her insan kurtarılabilir ve her insan kurtulmayı hak ediyor dostlarım. Aslında her insan kurtarılmayı hak etmiyor. Ama en azından birkaç kez denenip vicdan rahatlatılabilir. Tüm bunlara ek olarak bazı insanlarla konuşarak iletişim kuramayacağımız gerçeğini de unutmamak gerekir. Bazılarının enstrümanı kavga, bağrışmalar, kaos ve çözümsüzlüktür. Ona ne kadar makul yaklaşmaya çalışırsanız çalışın hiçbir işe yaramaz, onunla kavga etmek zorundasınız. Bağrışmak zorundasınız. Çözümler üzerine değil sorunlar üzerine saatlerce, hiçbir yere varmayan kavgalara tutuşmak zorundasınız. Bu tip insanlar çok sorgulamaz. Sorgulamayan insan eğer başka bir insandan yakınlık ya da bir yardım görürse sualsiz ona bağlılık gösterir. Sorgulamayacağı için de bu bağlılık sapıklık seviyesine ulaşır. Karşınızdaki ne kadar az sorguluyorsa o kadar sadık olur. Bu dediğimi iyi düşünün. Askerlere, inançlılara bakın. Çetecilere, militanlara bakın. En sadık dost, konuşarak iletişim kuramayanlardır. Eğer bir şekilde onun dilini öğrenir, onun enstrümanını duyar da iletişim kurabilirseniz, ona dokunabilirseniz sizi hayatının merkezine koyacaktır. Sokak insanları bu yüzden her zaman sizi hatırlar dostlarım. Birine selam verdiyseniz eğer, sizi unutmaz. Biriyle muhabbet ettiyseniz, kör kütük sarhoş bile olsa hatırlar sizi. Ancak ayıkken hatırlayamaz, tekrar sarhoş olması gerekir hatırlayabilmek için. Çünkü tüm uyuşturucular insanda yeni bir kişilik uyandırır. Neye bağımlıysan artık onun kişiliğiyle yaşamaya başlarsın. Yaptığın her hareket o kişiliği besler, onu güçlendirir. Ona öğretir. Mesela ilk başlayışından itibaren sürekli alkollüyken araba kullanan birisi ayıkken alkollü hali kadar iyi araba kullanamaz. Şarkı sözü yazan biri bunu cigara içip yapmaya alıştıysa eğer, cigara içmeden söz yazamaz. Bunun sebebi uyuşturucunun ilham vermesi değil, uyuşturucu etkisi altında, onun sana verdiği kişilikle bunları öğrenmiş olmandan gelir. Beynini birkaç parçaya böler ve her parçaya farklı şeyler öğretirsin. Bu yüzdendir ki bağımlılar, bağımlılıklarından kurtulduktan sonra, tekrar normal hayata döndüklerinde hiçbir şey yapamaz, hiçbir işe yaramaz halde olurlar. Çünkü yıllarca besledikleri o kişilikleri artık yoktur. O simülasyon bitmiş ve yerine en son ayık oldukları zamanki halleri kalmıştır. İnsan unutan bir canlıdır dostlarım. Tekrar etmedikçe unutur. Yıllar önce, normal hayatı tecrübe ettiğin ve onunla baş edebildiğin zamanlarda sahip olduğun yetileri, çeşitli maddelerin etkisi altındayken tecrübe etmeyi bırakıyorsun. Bundan dolayı gerçek sende yıllarla ölçülecek bir tecrübe eksikliği oluşuyor. Sudan çıkmış bir balık gibi, üniversiteye yeni başlamış bir liseli gibi, eline ilk kez malzeme almış bir çırak gibi, yüzmeyi bilmeden suya girmiş biri gibi, ilk kez parka çıkmış bir çocuk gibi kalakalıyorsun öylece. Karşına çıkan ilk dertte tekrar maddelere sığınmak istiyorsun çünkü onlar biliyor nasıl baş edeceğini, sen bilmiyorsun. Sen öğretmedin ya da unutturdun onları yıllar içinde. Yeteneklerini kullanamaz hale geliyorsun. İnsanların seni sevdiği taraflarını yitirmiş oluyorsun. Yaparım dediğin şeyleri yapamıyorsun. En güvendiklerin ihanet ediyor sana yetilerin arasından. Çünkü dostum, sen yıllarca başka bir sen besledin zihninde. Şimdi bir an olsun durup düşünmen gerekiyor. Sakin olup sabretmen ve her şeye en başından başlaman gerekiyor. Yirmi yaşında başladıysan uyuşturucuya ve şu an yirmi beş yaşındaysan eğer ve bağımlılığından kurtulduysan, kurtulduğun andan itibaren artık sen tekrar yirmi yaşındasındır ve hayattan beş sene kaçırmışsın demektir. O yüzden bu arayı kapatmak zorundasın. Diğer insanlara yetişmek zorundasın.
GÜN-90
Savaşın geneline bakmadığınız, büyük oyunu göremediğiniz için size karşı çirkin bir öfke besliyorum. Dün düşünürken şunu fark ettim: İlahiyatın ödeneği beş milyar lira şu anda. İmamlar dört kağıt maaş alıyorlar. Özel arabalar falan yüksek kademe imamların ayağının kiri. Yüksek kademe imamlar diyorum çünkü artık Müslümanlıkta kast sistemi var dostlarım. Yeni Türkiye'yle beraber kardeşlik dini olan Müslümanlık, Hinduizm'in kast sistemini devşirip daha da büyüdü! Yine söylüyorum, Nasa'dan fazla ödeneği olan bu kurumun daha üst bir amacı var: özendirmek. Bütün dünyaya ilham olmak! Nasıl biliyor musunuz? Anlatayım: Şimdi ülkemizi gören papazlar, hahamlar ve bilimum diğer din adamları, hatta bilim insanları da dahil diyecekler ki 'Müslümanlık iyiymiş. Ne paralar kazanıyorlar bak. Biz de hemen Müslüman olalım, keyfimize bakalım.' Bu küçük düşürücü düşüncelerle boğuşmalarını sağlayacağız dostlarım. Para için dinlerini sattıracağız onlara. Her zaman yaptığımız gibi, müthiş zekamızla, harika ön görülerimizle kaleyi içten fetih edeceğiz. Bu zor durum altında kalan aç açına yaşamını sürdürmeye çalışan diğer din adamları önce içten içe, sonra gerçek anlamda saflarımıza katılacaklar. Çünkü unutmayın ki İslam bolluk dinidir. Allah herkese rızkını fazla fazla verir. Evet dostlarım. Bu bir yandan da bunun göstergesidir. İnananlara ve dini için çaba gösterenlere Allah rızkını fazlasıyla verir. Bu şekilde davranmaya devam edersek yirmi sene içinde saflarımıza kaliteli din adamları katmış olacağız. Güzel transferler yapacağız. Yalnız dolar yükseliyor git gide, ona göre bir ayar yapması lazım hükümetin yoksa planlar suya düşecek. Dolar demişken, hadi ithalat yapmak zorlaştı, turizm azaldı, ülkeye dolar girmiyor. İhracat yapıp duruyoruz, eldeki de gidiyor. Her şey zamlandıkça zamlanıyor. Ben şunu anlamıyorum. Köy yumurtasına ne oluyor? Solucanı Amerika'dan mı alıyoruz? Ayrıca şuna da değinmek istiyorum ki, dolar yükselmeden önce günde on saat çalışıp elli lira yevmiye alıyordum. Dolar üç katına çıktı, aldığımız malzemeler üç katı fiyatına yükseldi. Ben hala elli lira yevmiye alıyorum. Haftada on bin liralık mobilya üretimi yapan adamlar tanıyorum. Ayda yirmi bin liralık iş yapan CNC ustaları. Altı bin lira alan fabrika müdürleri. Trilyon kar yapan fabrikalar. E para var bu ülkede. Bizde niye yok? Günde elli lira yevmiyeyle ben nasıl zengin olacağım? Kendime nasıl yeni bilgisayar alacağım? Nasıl ameliyat olup yeni omuz yaptıracağım kendime? Hadi yaptırdım diyelim iki ay çalışmadan nasıl hayatta kalacağım? Nasıl yazacağım lan ben omzumdan ameliyat olduktan sonra? Hay sikeyim... Ortalama iki ay sizlerden uzak kalacağım. Tabii bir yerden sonra çıldırıp burnumla, dişlerimle falan yazmaya başlamazsam. Neyse birikecek ve daha güçlü döneceğim sizlere demektir. Çıldıracak ve daha deli döneceğim. Dün sabah ilaçlarımı içmeyi unuttum. Bir anda zeki hissetmeye başladım kendimi. Sözcüklerle oynayışım, düşünüşüm değişti. İlaçların beni ne denli uyuşturduklarını fark ettim. Bırakmak istiyorum. Bir yolunu bulup ilaçsız kafaya dönmek istiyorum. Ben bunu istedikçe dozlarım artıyor, yeni dozlara alışıyorum ve onlar da yetmemeye başlıyor. Peki, bunun dolarla ne alakası var? E ilaçlar da yurt dışından geliyor. Haliyle gelemiyor. Kütür kütür ilaç arıyoruz. Oğlum ben ilaç bulamazsam ne yaparım? Üç gün ilaçsız kalsam geri dönülmez hasar bırakır bende bu durum. Şakası yok bu işin. Piyasada ilaç yok. İlaç yok ne demek? Sikerler böyle ekonomik krizi. Sonra insanlar katil oluyor kriz zamanı. Olur tabi. İlaç yok. İlaç yok, ilaç! Ben delirirsem bir daha kim toplayacak götümü? Bir dahakine kaç mg ilaçla devam edeceğim? Daha ne kadar uyuşturacağım zihnimi? Tükeniyorum dostlarım. Her geçen gün biraz daha zombileşiyorum. İlaçlar bizim gibi insanları topluma kazandırabilmek için zihinlerini kemiriyorlar. Uyuşturuluyoruz. Legal bir biçimde sakinleştiriliyoruz. Düşünmemiz kısıtlanıyor. Sorgulamamız, tepki vermemiz kısıtlanıyor. Neymiş, büyük tepkiler veriyormuşuz. Ağzımızın ayarı yokmuş. Elimizin ayarı yokmuş. Ağzın, elin ayarı olacak devir mi bu içinde yaşadığımız? Salın delileri bak ekonomik kriz falan kalıyor mu? Belki de devlet kurtuluşu burada arıyordur. İlaçları kes, deliler iyice kafayı yesin, yurt dışına kaçıp orayı karıştırsınlar. Başka hükümetlere zarar versinler. İşte imam muhabbetindeki gibi başka devletleri içten çökertme planının diğer ayağı! Delileri salın operasyonu. Ulan bari bize de azıcık para verin. Paralı deli daha tehlikelidir. Şöyle yapılsın mesela, yurtdışına kaçan akıl hastası bireylere aylık beş kağıt maaş! Anlaşma yapsınlar diğer devletlerle. Bir de istihdam sağlasınlar bizlere. Hem ülkedeki sorgulayanlardan kurtul hem diğer devletleri içten çökert... Sadece ayda beş bin liraya! Yanlış duymadınız! Ayda sadece beş bin liraya! Bu adamlar gerçekten savaşmayı bilmiyorlar. Hükümetler delilere tam yetki vermeli. En az bir deli danışman bulundurma zorunluluğu getirilmeli. Bize de bir yer bulun lan artık şu dünyada!