Ben sana benzemekten, sen olmaktan korkuyorum Didem. Geçen bir atölye arasında insanlar tartışırken bulduğum ekmek kağıdına karaladım bu ilk cümleyi. Kendi kendime söylemek yetmiyordu çünkü, benden başka bir şeyin de şahit olması gerekiyordu bu cümleye ve diğerlerine.

Şimdi parmaklarım klavye tuşlarında çok telaşlı geziniyor. Evini, yolunu bulmaya çalışıyor ya da dinlediği müzik bitmeden yetiştirmeye çalışıyor yazıyı, bilmiyorum. En kötü ihtimalle nefes almaya çalışıyor. Odasının pencerelerini kapatmış, perdelerini çekmiş, klavye tuşları arasındaki boşluktan nefes almaya çalışıyor şimdi.

Dünyanın neresinde doğduğumu da, kaç yaşımda olduğumu da bilmiyorum. Okuduğum bir kitap vardı, Momo. Nereden geldiği de kaç yaşında olduğu da belli değildi Momo'nun, antik kalıntıların arasında yaşıyordu. Tam olarak öyle diyemem ama ona çok yakın durumum. Yirmi bir yıllık değil benim yaşamım, en az bir asır, hissediyorum. Bu bir asır bohçasıyla geliyor elbet. Ama hissettiğim en çok acı, ama hissettiğim en çok hüzün, ama hissettiğim en çok keder. Ben kaldıramam bunu, ne omurgam buna dayanır ne de ruhum. Yaşadığım, tanık olduğum veya dinlediğim hikayeleri demagojik bir hale getirme çabası mı bu, diye düşünmüyor değilim son zamanlarda. Ama hayır, ben steril yazamıyorum öyle her şeyi halletmiş bize hislerini "sunan" erkekler gibi. Bu yazdıklarımın her biri çöplüğümün birer parçası, atık kağıt toplayıcılarının peşinden koşuyorum "Benim yazdıklarımı da alın!" diye. Steril yazıların olduğu mahallelerden kovulan işçilere çorba götüren, benim.

Sana geliyorum bir gün Didem elimde çikolatayla. Kahve sözünü tutman için sana geliyorum. Yolun köşesinden dönünce kaldırımlar bir anda çöle dönüşüyor, ayaklarımın altında kaktüslerin dikenleri... Ne zamandan beri büyü yapmaya başladın Didem, bu yolların hali ne böyle? Sen de rahatsızsın sanırım bu durumdan, yüzüne bakınca memnuniyetsizliğin ve telaşın izlerini görüyorum. Bana, misafirine mahcup olmanın suretini taşıyorsun. Ellerinle temizlemeye çalışıyorsun dikenleri, sanki az önce Aborjin'leri sen yolcu etmemişsin gibi. Ellerin kanıyor, ellerinin mavi kanı ayaklarımın kızıl kanına bulaşıyor. Sana yaklaştıkça suratın daha telaşlı bir hal alıyor, elindeki dikenleri kanlara aldırmadan bir kenara atıp beni banyoya götürmeye çalışıyorsun. "Sonra temizlerim yolu, sen şimdi gir banyoya." diyorsun. Kırmamak için seni ve ikna edemeyeceğimi bildiğimden sanırım giriyorum banyoya.


Su akarken başımdan aşağıya, içerden bize yaptığın kahvenin kokusu geliyor burnuma. Ayaklarımın ucuna baktığımda kanımın artık mavi aktığını görüyorum. Didem, ben gitgide sen mi oluyorum?