Benzi solgundu. Gözkapaklarının morluğu, uzun zamandır uykuyla arasında şiddetli bir çatışmanın, derin bir küskünlüğün olduğuna delildi. Yaradılışı itibariyle mi böyleydi? Uykusuzluk onda doğal bir yatkınlık mıydı? Ya da farkına vardıkça, varamadıkça; evreni ve insanı anlamaya çalışırken delirenleri tanıdıkça uyku bohçasını toplayıp terk mi etmişti onu? Büyük olasılıkla sonuncusu. 

            Çatık kaşlarından, titreyen çıkıntılı çenesinden ve ellerinden, ara ara boynuna kavuşup kenetlenen o damarlı ellerinden ciddi bir şeyler düşündüğü, hiç değilse düşündüğü belliydi.

            Yürüyordu geniş caddeleri ve saatlerden akşam üzeriydi. Dondurucu aralık mevsimine uygun değildi kıyafetleri: Asıl rengini yitirmiş (ama o bunu zerrece önemsemiyordu) boğazlı, tüylü kazak ve üstünde ise diz kapaklarına kadar uzanan ince bir üniversite cübbesi. 

            Dikran yazıyordu cübbesinin sol göğüs hizasında, adamın adı buydu. Dikran’dı. Eski bir Kafkas ismi. Ancak kendisi daha önce hiç Kafkasya’ya gitmemiş, orada yaşamamıştı. Burada doğmuştu, atalarının 1915’te topraklarından göç edip sığındıkları bu kuzey atlantik ülkesinde. 

            Tabelasında Ankara Kitaplığı yazan bir binaya girdi. Oldukça küçük, tek odalı ve beyaz çerçeveli alçak pencereleriyle ekseriyetle Türkçe kitapların bulunduğu özel bir kütüphaneydi burası. Ortada odayı boydan boya kaplayan uzun ama dar bir masa, etrafında sandalyeler ve arkasında yüksek, her birinde sekiz on göz bulunan kitaplıklar.          

Sandalyelerden birinde gaga burunlu, sıska bacaklı, göbekli, saçları seyrek ve ağarmış, biçimsiz bir ihtiyar oturuyor, kulak tırmalayan çın çın sesiyle yüksek perdeden konuşuyordu, burasının bir kütüphane olduğunu unutmuş gibiydi. ‘‘Beyefendiciğim, esasında bu esmer şekerlerde zararlı diyorlar fakat katmayınca da olmuyor ki!’’

            Biçimsiz ihtiyarın haricinde bir de gözlüklü, sakin görünümlü, olgun bir adam ve uzun boylu, sarı saçlı, pembe alınlı bir kadın vardı kütüphanede. Her ikiside Dikran’a içten bir selam vermişlerdi ve sonra yeniden ihtiyarında dahil olduğu Türk siyaseti hakkındaki sohbetlerine dönmüşlerdi.

            Dikran sandalyelerden birine oturmadan önce ısıyan dudaklarıyla mırıldandığı bir kitap ismiyle kitaplıkların arasında dolaştı. Gözleri aradığı kitabı bulmak arzusuna uygun olarak fıldır fıldırdı. Biraz zaman geçti ama sonunda buldu, Doğu’nun Limanları’nın ingilizce çevirisini. Hemen sohbet edenlerden uzağa, en uçtaki, kapıya yakın sandalyeye yerleşti, kitabı önüne koydu ve rastgele açtığı bir sayfadan okumaya başladı. Sayfaları çevirdikçe ve kitabın sağ kısmı inceldikçe değişen mimiklerinden, kasılıp gevşeyen yüz hatlarından ve oynayan yanak kasından bu kitabın onu içine çektiği açıktı. Öyle ki bilincinin varlığı yalnızca elinde tuttuğu kitapla kurmuş olduğu kontakla sınırlıydı, ona seslenmelerine rağmen kimseyi duymuyordu. Sanki o esnada kitap okumuyordu da bizzat kitaptaydı… bütün kişiliğiyle, benliğiyle, ruhuyla, büyükbabasının kederli hatıralarıyla kendisini kitaba adamış, bir an olsun ondan kafasını kaldırmıyordu.

            Tanıdığı, kalbine işleyen ve onun ritmini arttırabilmeye muvaffak bir ses kapıdan adıyla seslenene kadar. ‘‘Dikran!’’ 

            Ufak tefek bir kızdı kapıdaki. Lüle saçlarını bir yana yatırmış, saçlarının gizlemediği kulağınaysa onu inanılmaz çekici kılan boncuk tanesi küpeler takmıştı. Parmaklarındaki sayı dövmeleri, sırasıyla 1-9-9-5, törpülenmiş, sivri tırnaklarıyla birleşince ne güzel görünüyordu! İsmi Çağla’ydı.

            İnkâr kabul etmeyen surat ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla birbirlerini gördüklerine memnundular.  Çünkü ikisinin de dudaklarına hınç dolu karşıt geçmişlerine, kine ve öfkeye meydan okuyan, aralığı ısıtan, dostâne bir tebessüm konmuştu. 

            Dikran kitabı kapatıp heyecanla ayağa kalktı ve Çağla’nın yanına gitti, sarıldılar. Bu arada kütüphane boşalmış, öbür herkes çıkmıştı. Dikran, Çağla ve kitaplar… kalanlar bunlardı.

            Kütüphaneden ödünç aldığı kitapları ellerinde bir hazineyi tutar gibi sıkıca tutan Çağla, onları ezbere bildiği yerlerine götürüp koydu ve sonra Dikran’ın yanına döndü; kazağının kollarını çekiştirip uçlarını avuçlarına alıp sıkmak alışkanlığı vardı. Kendisi gelmeden önce Dikran’ın okumakta olduğu Doğu’nun Limanları’nı kastederek sordu, ‘‘Hiç bıkmayacak mısın bu kitabı okumaktan?’  

‘‘Sanırım.’’ 

‘‘Bir şeye ölçüsüz bağlanmak iyi değildir Dikran.’’ 

‘‘Bağlı değilim. Sadece onu okuyunca, büyükbabamın eskiden anlatmaktan çekindiği, ısrarlarımıza dayanamayıp anlattığındaysa dudaklarının titrediği, gözlerinin yaşlarla sulandığı anılarını anımsıyorum. Biliyorsun, tehcir ve savaş yıllarında küçücük bir çocuktu ve çocuklar başlarından geçen felaketleri büyüdüklerinde de atlatamazlar. Büyükbabam Ekim ayında ölünceye dek hep o çocuğun izlerini taşıdı. İşte ben bu kitap aracılığıyla büyükbabamın çocukluğuna dokunuyorum… anlayabiliyorsun ya?’’

            ‘‘Anlıyorum,’’ dedi Çağla. Gerçekten de anlıyor, hatta karşısındaki adamın, bütün duygularını onun önüne olanca çıplaklığıyla seren Dikran’ın acısını biraz suçlulukla paylaşıyordu. ‘‘Bir kederle baş etmenin yolu içindeki acıların bir kısmını şarkılara yüklemekten geçer Dikran. Babalarımız, dedelerimiz seninle benim yabancısı olduğumuz dünyalara aittiler. İstediğini söyle, ama ne okursan oku, ne dinlersen dinle büyükbabanın çocukluğuna, hislerine ve duygularına, ancak karanlık bir koridorun sonundaki portreye bakar gibi bakabilirsin ve gölgeden başka hiçbir şey göremezsin. 

            Bu yüzden büyükbabanın geçmişine takılı kalmak yerine, onun ölümüyle doğan kederi yaşamalısın. Yaşanmayan keder kaybolmaz. Kederini yaşa ve ondan kurtul.’’

            Birbirlerinden hoşlanmayan iki milletin, bağımsız ve özgür iki ferdi; Dikran ile Çağla konuşmalarını bu minvalde sürdürüyorlardı. Çoğunlukla İngilizce konuşsalarda bazen cümlelerine Ermenice ya da Türkçe sözcükler ekliyorlardı. Birisi bunu yaparsa ötekisi hemen o sözcüğün ne anlama geldiğini ilgiyle soruyor ve tekrarlıyordu: Bağışlamak, ներել, sevmek, մոռանալ, tarih…

            Çağla birdenbire bir sessizlik anından faydalandı, doğrulup kütüphanenin açık kapısını kapattı. Nereden çıkardıysa bir radyo çıkardı, frekansını Ermeni kanalına sabitledi ve sonra kitaplarla çevrili odada hoş bir Ermeni halk ezgisi yankılandı:


            ‘‘Dle Yaman arev dipav Masis sarin

Vay Dle yaman karot mnaci es im yarin’’


            ‘‘Bu şarkının sözlerinin ne anlama geldiğini biliyor musun?’’ diye sordu Dikran, Çağla’nın ellerini, boynunu, o yürüdükçe dalgalanan saçlarını seyrederken. 

‘‘Bilmiyorum.’’

‘‘Tercüme etmemi ister misin?’’

‘‘Hayır.’’

‘‘Neden?’’

‘‘Ben dillerini bilmeden dinlediğim şarkıların anlamlarına bakmam. Çünkü her mısranın bana ait, hissiyatlarımı körükleyen anlamları vardır. Onları yitirmekten korkarım.’’


            Son