Engin ve Sedat, öğle yemeğine birlikte çıkarlardı. Bu, onlar için bir alışkanlıktı. Neden birlikteydiler, aralarındaki uyumu ne sağlıyordu ve gerçek birer arkadaş mıydılar ikisi de bilmezdi. Yemekten sonra geniş kaldırımlar boyunca yürüyüş yaparlar; Sedat, bitmez tükenmez ailevi meselelerini açar, gün boyunca ve işten fırsat buldukça konuşur; Engin kimi zaman dinler, bazen dinliyor numarası yapar ve bazen de açıkça dinlemezdi. Bunlar da birer alışkanlıktı ikisi için.


Bugün de aynı alışkanlıkların basit bir tekrarını yaşıyorlardı. Önce bir restorana gitmiş, beyaz gömleklerine leke bulaşmamasına özen göstererek yemeklerini yemiş ve sonra da amaçsızca yürümeye başlamışlardı. Belki de şu an kaldırımlarda olmaları yani iş yerinde değil de dışarıda olmaları ve amaçsızlıkları, hayatları boyunca teneffüs ettikleri tek özgür anlarıydı ikisinin. Çünkü onlar, günün bu saati ve kaldırımlar haricinde mutlak bir amaç için bir şeyler yapıyorlardı...


Çoğu zaman yaptığı gibi Engin, dinliyor gibi görünerek kendini rahat, sorumsuz bir dalgınlığa bırakmıştı.Arada bir etrafa bakınıyor, alışkanlıkla çerçevesiz gözlüklerini burnuyla yukarı itip duruyordu. Tam o esnada bir an durup “Şu an ne yapıyorum, ne düşünüyorum ben?” diye sorsa kendine, ola ki bir cevabı yoktu. İşte tam bu sırada fark etti onu. Yaşlı, dilenci bir kadındı gördüğü; yirmi adım kadar önündeydi. Yazın kavurucu sıcağına rağmen yün yeleği, köylü işi başörtüsü, üç kat eteği, ayağında naylon ayakkabıları ile iki caddenin kesiştiği köşede oturmuştu. Yaşlılıkla birlikte eğilen küçük gövdesini duvara dayamış ve bacaklarını bir garip şekilde altına toplamıştı; ayakları yok gibiydi. Biri sırtına hafifçe dokunacak olsa sanki kendi üzerine kapaklanacaktı. Bir elini dizinin üzerine koymuş; diğerini umursamaz, yarı aralık bir biçimde ileri doğru uzatmıştı. Bu haliyle sanki dilenmiyor, çağcıl bir sanat eseri gibi öylece duruyordu. Dilendiğine dair tek emare, küçücük top çehresiyle, avucuna bırakılan bozukluklara belli belirsiz gülümsemesiydi.


Yaşlı kadını görünce Engin, zihnini yokladı; sanki onu önceden de görmüş gibiydi. Oysa kadın, her gün aynı saatte, aynı yerde olurdu. İçinden acımaya benzer duygular geçti bir an. Belki de kadının yüzüne gelen güneşi kesmek için başını kolunun altına almasıydı onda bu hisleri uyandıran. Kim bilir; belki de bu kadın, kaldırımlardan sonra hayatla arasında ikinci bir rabıtaydı. Eli, gayriihtiyari cebine gitti Engin’in. Dört metal, bir de kâğıt para vardı cebinde. Hızlıca düşündü; restorandan çıkarken hiç bakmadan cebine attığı para üstüydü bunlar. Kâğıt parayı es geçti hemen. Hayatında hiç bonkör olmamıştı Engin. İşin garibi, hiç cimri de olmamıştı. Maaşının yattığı gün, parasının nerelere gideceği, nerelerde harcanacağı neredeyse kesin gibiydi. Belki de onu şimdi böyle bocalatan şey, ne hayatında ne de kafasının içinde, “dilenciye verilecek para” diye bir kavramın, böylesi bir boşluğun olmamasıydı... Cebindeki metal paraları hızlıca yan yana getirdi ve el çabukluğu ile boy sırasına koydu. Bunları biraz yoklayınca en başta iki adet bir liralık, bir tane elli kuruş ve iki tane de yirmi beşer kuruş olduğunu fark etti. “Üç lira,” dedi dalgınlıkla. Sedat, kendine seslendiğini sanıp “Efendim abi,” diye yanaştı. Umursamadı Engin, aklında başka şeyler vardı…


Sanki bu işlerden anlıyormuş gibi “Bir lirayı vereyim gitsin, üç lira çok olur,” diye düşündü önce. Sonra hızlıca bir muhakeme yapıp “Bir lirayı ayırıp kalanını vereyim, onunla çay içerim,” dedi. Bundan sonra başka olasılıkları da hesaba kattı ve kafasını iyice karıştırdı Engin. Bir türlü kaç para vermesi gerektiğine karar veremiyor ve giderek bu basit sorunu çözemediği için kendine kızmaya başlıyordu. Fakat bunları düşünürken bir anda, yaşlı kadının hemen yanı başında olduğunu fark etti. Beynindeki karar alma mekanizması o kadar zorlanmış, o kadar yıpranmıştı ki… nihayet, adımını atmadan hızla geriye döndü, eğildi ve bozuklukların hepsini kadının avucuna bıraktı. Yine de giderayak, sanki davranışının doğru olup olmadığını anlamak ister gibi yaşlı kadına dikkatle bakıyordu. Kadın ise hiçbir tepki vermiyor, kırışıklarla dolu küçük yüzünü güneşin yakıcılığından korumaya çalışıyordu sadece.



2 Ağustos 2012, Perşembe

Gültepe