Gözlerini, karşısında heyecanla ona bir şeyler aktaran adamın gözlerinden ayırmamaya gayret ediyordu. Bakışları azıcık sağa kayacak olsa gözleri, adamın sağ tarafındaki sakalla saçın birleştiği yeri -favori deniyordu muhtemelen- sol tarafındakiyle kıyasa geçiyordu hemen. Dediklerini anlayabilmek, en azından duyabilmek için mücadele verdiği açıktı. Kurduğu cümlelerin hiçbiri üstünde düşünüp tahayyül etmeye çalışmıyordu çünkü eğer öyle yaparsa bir sonraki birkaç cümleyi duymayacağına emindi. Bu durum onu rahatsız etmeye başladı ve neden böyle olabileceğinin ihtimalleri silsilesiyle yuvarlandı. Karşısındaki insanı önemsemediği için, konu kendisiyle ilgili olmadığı için, kafası başka bir şeye takıldığı için ya da sadece yorgun olduğu için. Hangi biriydi?


"Seni çok iyi anlıyorum. Fakat aslına bakarsan başım öyle ağrıyor ki ayakta durmakta zorlanıyorum. Affet, kaçıyorum ben."

Ansızın geliveren bu bahane onu kurtarmıştı. Doğruca eve gidip çantasını salondaki kanepeye, bedenini de yatağının üzerine atıverdi. Uyumayı planlamıyordu ama kısa bir süre hiçbir şey yapmamaya ihtiyacı vardı. Muhtemelen başım ağrıyor bahanesinin sorumluluğu zihninde gerçeklik payı oluşturmaya başlamıştı. Telefonundan gelen bildirim sesiyle irkildi. Hastane randevusunu hatırlatan mesajdı gelen bildirim. Planlarının bozulmasından hoşlanmıyordu, hastane işi çok önceden plana dahil olmasına rağmen unuttuğu için bu sabah oluşturduğu yeni plana çomak sokuyordu işte. Aklından gitmemeyi geçirdiyse de nihayetinde gitmeye karar verdi. Çünkü bu doktordan randevu almak hiç kolay olmuyordu ve ara ara gelen mide krampları onu korkutmaya başlamıştı. Sebebi muğlak bir hışımla çıktı evden.


Otobüs durağı yine hiç hoşlanmadığı uğultusu ile tıklım tıklımdı. Çok geçmeden otobüsü geldi ve tek boş yer olan karşılıklı ikili koltuklarından birini kapmayı başardı. Aslında otobüsün bu kısmı onu gerse de oturabildiği için memnundu. Diğer üç koltukta oturanlar birbiriyle arkadaştı. Bu sabah duymak için mücadele verdiği gibi şimdi de duymamak için çabalayacaktı. Böyle zamanlarda kendisini dinlememesi gerektiği ile ilgili sürekli izah eder ve tam da bu sebeple de kulak kabartmaktan kaçamazdı. Ve yine teslim oldu kulaklarına.


"Yani, işte, anlayacağınız, eğer hepimiz ayrı olarak konuşursak belki bir faydası dokunur."

"Buna sonucun neler olabileceğini gösterelim direkt."

"Ben size söyleyeyim, hiçbir şey demeden çekilelim."

"Ufak sinyaller de verebiliriz."

"Son paylaştığı gönderiyi gördünüz mü peki?"


İçlerinden birinin telefonu çaldı ve diğerleri bunu fırsat bilerek kendi telefonlarına döndü. Kendi ise hiçbir şey anlayamamıştı, içten içe bozulmuştu da bu duruma. Çünkü çoğu zaman küçük bir kısmına şahit olduğu konuşmaların önünü ve arkasını tamamlar, kendince bir hikaye kurgulardı ve bundan oldukça keyif alırdı. Oysa şu an duyduğu şeylerin hepsi ayrı bir teldendi ve bir ritim yakalayamamıştı. Hiçbiri içlerinden birinin söyledikleri üzerine bir şey sormamıştı ya da neden böyle düşündüğünü sorgulamamıştı. Herkes kendi önerisini sunmakla meşguldu. Nihayet telefon görüşmesi sona ermişti. Hemen gözlerini tek bir noktaya sabitleyerek bir yere daldığı ve dinlemediği izlemini oluşturmaya çalıştı.


"Çarşamba günkü oyuna geliyor musunuz?"

"Yok, ben gelemiyorum."

"Ben gelirim belki."


Kısa bir sessizliğin ardından birinin telefona göz atmasıyla konuşma sona erdi. Kızmıştı. Bu neydi şimdi? Otobüste oldukları için mi bu şekildeydi iletişimleri yoksa normalde de böyleler miydi? Çok fazla düşünemeden inmesi gereken yere varmıştı. Muayenehanenin olduğu binaya doğru koşar adımlarla ilerledi, geç kalmıştı bile. Asansöre zor bela yetişti. Asansörde yaşları ileri ve muhtemelen birbirine yakın iki teyzeyleydi. Onun bindiğini fark etmemiş gibilerdi.


"Oranın denizini görmelisin; çarşaf gibi, çarşaf. Bir de öylesine berrak ki... Vallahi hayran kaldım."

"Geçen yaz biz Derince’ye gitmiştik. Orada denizin derinliklerinde bile ayak parmaklarımı görebiliyordum. İnanabiliyor musun?"

"Hele o gün batımları yok mu, hayran olmamak elde değildi. O berraklığın üzerine tablo gibi yansıyordu."


TİN. Ve teyzeler asansörden indi. Sinirleri bozuk bir şekilde aynada kendisine sırıtıyordu. İletişim, bir tür söz yahut duygu alışverişi değil miydi? Herhalde şimdilerde bu alışverişin -alış- kısmı göz ardı ediliyordu. Sabahki arkadaşıyla arasında geçen konuşma şimşek gibi belirdi zihninde. Gülümsemesi keskin olmasa da yavaşça silindi. "Yahu, neyimiz var bizim böyle?"

TİN. Asansör kapısı açıldı ve muayenehaneye girdi.