Bulamasam da düşünürüm. Aklım yetecektir diye umut ederim.
Kırmızı bir sürü, sokağa fırladı. İrili ufaklı, siyah ve beyaz renkli koyun ve keçiler boyunlarına bağlanmış kırmızı bir pelerinle koşuyorlardı. Bazı genç ve heyecanlı olanlar önündekinin poposuna toslasa da hemen geri çekilip bulduğu ilk boşluktan sıyrılıyor, koşusuna devam ediyordu. Ağır giden diğerleri de zaten oralı değildi, popolarına gelecek zararı önceden hesaba katmış olmalıydılar. Sürünün sahibi gösterişi seven birisiydi. Mallarımı nasıl göze sokarım diye ince ince düşünmüş sonunda sıcak renkte bir pelerini takmakta karar kılmıştı. Kendisi de siyah, deriden, ağır bir cüppe giyerdi, halkın içine karışacağı zaman. Ayırt edilmek ve dikkat çekmek isterdi. Bu sahiden de en işe yarayan yöntemi olmuştu. Bir bakan tekrar dönüp bakma ihtiyacı duyuyordu, ya şaşkınlıktı, ya korku ya merak. Çoğunluk kıs kıs gülerdi garibanın haline. Bazıları röportaj yapmayı teklif ederdi ve tabii hemen kabul edildiler. Bir gün bir gazete haberinin bilmem kaçıncı sayfasında şu başlıklarla anıldı:
-Cafcaflı Biri!
-O, Siyah Cüppeli Zenginlerden
-Şuna Bakın!
Ve altında bir takım gargara, şamata. Evet, yatak başlığının üstünde asılı, sadece başlıklar...
Diğer yöntemleri de fena sayılmazdı, mesela evinin camlarına posterini yapıştırmıştı. Bunlar aynı zamanda güneşlik görevi görüyordu. Kapıya da bir tane boydan fotoğrafını koymuştu. Arabasının kornası mesela, soyadını söylüyordu:
-Bip bip, Vıttırıvızzık! Bip bip..
Unuttuğum şeyler inanın daha komiktir. Ancak ben yaşlandım ve bu şahsı kıskanıyorum. Kendimi daha da kötü hissetmemek için, aklım bazı şeyleri yaşanmamış kılmayı tercih etti.
Kaldırımda ilerliyorum, ince bir kaldırım, hani düşmekten korkacağınız türden. İşlek bir cadde, arabalar vızır vızır geçiyor. Az ileride ışık var, kırmızı yanıyor, ne diye bu kadar hızlı gittiklerini anlamıyorum. Işıklara geldiğimde karşıya geçmek için arabaların durmasını bekliyorum. Solumdaki arabalar durmuş vaziyette şimdi benim geçeceğim yol işlek. Süre bir dakikadan fazla, ama ben o kadar beklemeyeceğim, yaya olmak çok daha şanslı. Duran arabalardan birisi kornaya basıyor.
-Bip bip..
Şok içinde ona dönüyorum, ve sadece ben değil bekleyen diğer sürücüler de arabaya dönüyor, kornaya basanı görmek istiyoruz. Kimin adı Vıttırıvızzık olabilir diye merak ediyoruz. Dikkatle bakıyorum arabaya ama yüzünü seçmek zor. Benim yeşil ışığım yanıyor, arabalar harekete geçmek üzere. Gözlerimi sürücüden çekemiyorum, diğer sürücüler yola odaklanmış bile. O, bakışlarımı fark edip başını bana çeviriyor. Kaşlarını çattığını varsayıyorum. Elini kaldırıp gelmemi işaret ediyor. Beş saniye sonra gidecek. Ani bir kararla yola düşüp arabalara çarparak kapısını açıyorum ve ön koltuğa oturuyorum. Daha kapıyı çekemeden gaza basıyor. Sıradan kornaları ve küfreden ağızları geçiyoruz, hızla ilerlerken soruyor:
-Kornamı beğendin değil mi?
-Evet. Pek tabii, diyorum. Tanıştığıma memnun oldum Vıttırıvızzık dediğimde ise gülmeye başlıyor.
-O benim ismim değil soyadım diyerek düzeltiyor beni. Utanarak başımı sallıyorum. Sayın Vıttırıvızzıkla yol arkadaşı oluyoruz. Gideceğim yerin kapısına kadar bırakıyor beni. Teşekkür ederek arabasından iniyorum. Binaya giriş yapmadan önce dönüp el sallıyorum, o da kornasıyla karşılık veriyor.
Ve daha sonra onlarca kez bir araya geliyoruz onunla, bazen yemek yerken bazen de duş alırken denk geliyoruz. Ve bazen beni zengin insanların katıldığı görkemli davetlere götürüyor. Şık kıyafetlerin içinde ve arasında kürek yutmuş gibi dikiliyorum. O ise hep rahat. İnsanların elini sıkıyor ve onlara beni takdim ediyor.
Şu meşhur siyah cüppeyi aldığı gün yanındaydım. Buluşmuş değildik denk gelmiştik, çoğu görüşmemizde olduğu gibi. Ben aval aval geziyordum ve o da aval aval gezmek için çıkmış. Birbirimizi gördüğümüzde sıkıca sarıldık. Halimizi hatırımızı öğrenip kahve içmek üzere bir kafeye geçtik. Vıttırıvızzık’ın canı sıkkındı. Eski canlılığını kaybettiğini düşünüyordu. Artık dikkat çekmediğini, davetlere de eskisi kadar sık çağrılmadığını itiraf etti. En son bir yemekte eli ayağına dolaşmış ve üzerine yağ damlatmış. Bunu hala atlatamadığını titreyen ellerinden anlayabiliyordum.
-Rahat değilim arkadaşım. Sıradanlaşıyorum galiba, dedi.
Onu böyle görmek beni kahretmişti. İlk gördüğüm halini hiç unutmuyordum, ve bu halde kalmasına göz yumamazdım. Ellerinden tuttuğum gibi ayağa kaldırdım. Ne olduğunu soruyordu, cevap vermedim. Zira ben de ne yapacağımı biliyor değildim ama alışverişin ona iyi geleceğine emindim. Bu sebeple ilk gördüğüm dükkana bodoslama bir giriş yaptım. Küçük ve karanlık bir dükkandı burası, gösterişten uzak... Girmem gereken en son yere girdiğimi anlayarak pişman oldum, tam dönecekken arkadaşımın gözlerini bir şeye sabitlediğini fark ettim. Cüppeyi bulmuştuk.
Her şey düzelecek sandım, yalan yok. Ve düzeldi de, bir süre eski haline döndü. Neşesi yerine geldi ve giderek canlandı. Kornasına bastı durduk yerde, güldük. Davetlerde üstümüze şarap döktük ve eğlendik. Umursamıyordu. Rahatım bozuldu demiyordu artık, yeni bir rahatlık alanı yaratmıştı kendisine. Neticede hala dikkat çekiyordu, hatta fazlasını almaya başlamıştı. Sanki cüppe onu saklıyordu ve sınırsızca özgür olacağı, gönlünce davranabileceği bir ortam yaratmıştı.
İşlerin çığırından çıkması uzun bir zaman almadı. Bir gün davete gideceğini söyledi, denk gelmiştik bir bankta. Beni çağırmadı ve cüppesini de üstüne giymemişti, elinde tutuyordu. Bu davete cüppeyle girmenin yasak olduğunu söyledi. Bana emanet edebileceğini söyledim. Sonra yollarımızı ayırdık. Ertesi akşam evime geldi, kahve içtik. Cüppesini getirdim, davetin nasıl geçtiğini sordum. Yüzeysel cevaplar verdi, sıradan ama iyi geçtiğini söyledi. Yorgun görünüyordu, uyuyacağını söyleyerek yatağıma uzandı. Bir vakit kontrol etmek için gittiğimde yorganın altına girmediğini gördüm ve üzerine cüppesini örttüm. İyice küçülmüştü. Giderek de batıyormuş gibi hissettim. Sanki yatağım da onunla birlikte çökecekti. Evin kasveti midemi bulandırmıştı. Balkona çıktım, kahve içmeye devam ettim. İçeri geçtiğimde güneş batmıştı. Vıttırıvızzık uyanmış, cübbesini giymişti. Onu mutfakta ocağın başında yakaladım. Su kaynattığını, makarna pişireceğini söyledi. Enerjisini toplamıştı. Bir şarkı mırıldanmaya başladı, ona eşlik ettim. Keyifliydik ve gülüyorduk. Makarnayı yerken ağzındaki baklayı çıkardı. Bir rüya görmüş, kırk gündür rüya görmüyormuş, cübbeyi giydiğinden beri. İlk kez bugün, benim yatağımda uyurken… Fazla etkilenmişti, bunun bir işaret olduğunu söyledi. Karnımızı doyurduk ve dışarı çıktık, ona yardım edeceğimi biliyordum ama içeriğini bilmiyordum. Hava iyice kararmıştı, insanlar evlerine çekilmek üzereydi. Cübbeyi aldığımız dükkana geldik, kapatılmıştı. Başka bir yer bulabileceğimizi söylesem de ikna olmadı, eve döndük. Gece boyunca odamdan çıkmadı, mırıltılarını işitiyordum. Telefon görüşmesi yaptığını farz ettim. Ertesi sabah erken bir saatte uyanıp yeniden aynı yere geldik. Vıttırıvızzık dükkanın altını üstüne getirdi, nihayet aradığını buldu. Bunu ben göremedim çünkü o sırada bir müşteriyle sohbet ediyordum.
Alışverişini bitirdi ve elinde poşetlerle yanımda dikildi, hadi gidiyoruz, dedi. Ne aldığını bilemeden ve sorma gereği de duymadan istediği yolda ilerledik. Rüyada gibi hissediyordum, tepki veremiyor, sadece uyum sağlıyordum. Şehrin sınırına geldik, akşam olmak üzereydi. Kalabalık bir sürü gözüme çarptı. İrili ufaklı, küçük büyük koyun ve keçiler bir ağılda dizilmiş bizi bekliyordu. Yaklaştıkça korkmaya başladım. Rüyasında ne gördüğünü anlamıştım. Kaygıyla koluna yapıştım ve sıktım:
-Vıttırıvızzık gitmeyelim. Gel, vazgeç.
O durmadı ve bana cevap da vermedi. Ancak ben yerimde çivilenmiştim. Tek bir adım atamıyordum. Siyah keçiler ve ak koyunları izledim. Ve giderek onlara yaklaşan arkadaşımı… Sağlam adımlar atıyordu, yumruklarının içindeki poşetleri sıkmıştı. Yanlarına geldiğinde poşetleri bıraktı ve aldığı kırmızı şeyleri çıkarıp ağılın içine attı. Etrafıma baktım ve boğa olmadığı için şükrettim.
Vıttırıvızzık çitlere çıktı ama içeri girmek yerine kollarını kaldırıp indirerek sürüye bir şeyler anlatmaya başladı. Herkes gözünü ona dikmişti, ne söylediğini anlamaya çalışıyorduk. Ben hiçbir şey anlamıyordum çünkü mimiklerini görmüyordum. Sürü ise anlamış gibiydi. Ara ara kafalarını salladılar ve melediler. Konuşma bittiğinde aşağı indi, soluna döndü, boş arazideki yürüyüşüne devam etti. Cübbesi yerdeki çalıları süpürüyor, peşi sıra onu takip ediyordu. Sınırın üstündeydik, ne insan ne de bir ses vardı. Burada sıkılacağını biliyordum, gösterecek bir şey de yoktu gösterebileceği bir kimse de. Peşinden gitmek istesem de yapamadım. Sürüye döndüm. Her biri kırmızı şeyi üzerlerine geçirmişti. Ağızlarıyla yakalayıp yukarı savuruyorlar ve çevik bir hareketle altına giriyorlardı. Ağıl kırmızıya boyanmıştı. Artık bir işim olduğunu fark ettim, ağıla doğru yürüdüm. Kırmızıların içinde sevimli ve dikkat çekici görünüyorlardı. Başlarında olmalıydım, sürünün sahibi bu zavallıları terk ediyordu. Yaklaştıkça ağlaştıklarını fark ettim. Poşetlerin üstünde bir kaval göze çarpıyordu, onu elime aldım. Çitler sağlam görünmüyordu, arkadaşımı nasıl taşıdığını anlayamamıştım. Bir ayak darbesiyle devrilmesini sağladım. Sürü tedirgin oldu ve yerinde sıçradı. Aralarında dolaştım, pelerinleri boyunlarına bağladım ve başlarını okşadım. Artık gitme vakti gelmişti. Kavalı ağzıma götürüp çalmaya başladım. Tükürüklerim içeride boğuluyordu, rahatsızlık veren bir ses çıkarıyordum. Sürü kaçmaya başladı. Daha kuvvetli üfledim ve her biri bir yöne kaçıştı. Kavalı yere fırlatıp durmaları için bağırdım:
-Gitmeyin, beni bırakmayın.
Birkaçı dönüp baksa da, sürüyü bozmadı. Dört nala koşmaya devam ettiler. Herkes dağılmış ve yeni sürüler yaratmıştı.
Kendi sürüme dönmek zorunda olduğumu fark ettim, yere fırlattığım kavalı aldım ve evime döndüm. Soğuk bir duş almak üzere banyoya girdim. Kıyafetlerimden kurtuldum, kavalı dolaba kaldırdım. Aylardır banyo yapmıyor gibiydim, tuhaf ve kötü bir koku sarmıştı odayı, malların ve atıklarımın kokusu. Küveti suyla doldurup içine girdim. Az sonra kapı açıldı, Vıttırıvızzık gelmişti. Çok yürüdüm ve terledim, dedi. Küvete sığacağımızı söyledim. Cüppesiyle birlikte yanıma oturdu. Ağırlık ile su taşırmıştık, şimdi memelerim dışarıdaydı, üşümüş ve belirginleşmiştiler. Sürüye sahip çıkamamıştım ve itiraf etmeye çekiniyordum. Arkadaşım beni anlamış gibiydi, kolunu sırtıma koydu. Cübbesinin içine girdim. Başımı omzuna koyup suyu izlemeye başladım. O da bana yaslandı ve fayansları izlemeye koyuldu.