Dudak çukurunda iki damla kan gördüm. Kıvrımların hayat adı verilen bu felaketin sınırları, dilindeki umarsızlık buzdan bir yelpazeydi. Eller olmasa tanrı varlığını yadsır, cehennemini sineye çekerdi. Ve hatırladığım kadarıyla avucuma adının baş harfi çiziliydi. Mavi, masmavi bir T. 

Damdaki kirişlerin arasına iliştirdiğim o fincana, Ay’dan iki kor düştüğünde gözlerimi açtım. Uyanmış mıydım? Belki hiç uyumamıştım. Yoksa doğmuş muydum? Öyleyse bu son olsa gerekti. 

Güneş, kirpiklerimdeki kınayı yerleşkesi edinmişti. Bunu avuçlarımla gözlerimi ovaladığımda anladım. Öyle ki oradaki mavi, masmavi T, önce yandı, sonra eridi. Sanırım ağladım. Ağlamak umudun yittiğine içerlenmekse ağladım. Sustuğumda dünya da benimle sustu. Aslında, hatırlamıyorum. Her kelimenin tanrıyla kan bağı varken ve O’nun kudreti ağızdan gelişigüzel dökülen her hecenin arasında gizliyken bir şeyleri kestirebilmek zor.

Daha önce de buna benzer bir şey başıma gelmişti. Bir denizin kıyısında yatmış, ayaklarımı döven dalgalara küfürler savuruyordum. 

Doğrulmak ölmekten zordu. O anda adımı anımsamış ve şakaklarıma yıldırımlar düşünce ayağa kalkmıştım.

Gökyüzü ölülerin yüzleri denli beyazdı.

Diyorum size, bulutlara dokunsam parmaklarım buz tutardı.

Anladım, çoktan ölmüştüm.

Sevdiceğim beni yakıp küllerimi bir saksıya koymuş fakat hem kolları hayli güçsüz, hem de saksı hayli ağır olduğundan denize varamadan kıyıya düşmüştüm.

 Küllerimi kemiklere, etlere eviren kimdi? Beni doğuranla beni öldüren kardeş miydi? Annem? Daha mı geriye gitmek gerekiyordu? Sonsuzluğun başlangıcına.

Bir zamanlar insanların tanrı adını verdiği soytarı kılıklı bir ozan vardı. Ufuğu alacalandıran tüm bu ağaçlar, tenha bayırlar ve dağların eteklerinde kıvrımlanan nehirler O’nun ağzından çıkan kelimelerle dokunmuştu. Her dizenin uyak düzeni benzersizdi ve her hece içinde Güneş’ten bir parça taşıyordu.

Fakat en sonunda put formuna bürüdükleri o şanı pek yüce Güneş patladı. 

BUM!

İnanır mısınız tanrının aşığının tanrının celladı olduğuna?

Güneş her şeyi yok etti. Her şeyin içinde O da vardı. Hatırladığım kadarıyla kimse ağlamadı.

Diyorum ki, Tanrı kalleşliğin mahlasıdır ve putperestler aydın formundaki en ala yalancıdır.

Tüm bunlar zihnimde uçuşurken bekledim, bekledim, bekledim. En sonunda kafamı sağa çevirdim. Gördüğüm şey beni şaşırtmadı. Orada bir kadın vardı. Yanımda. Yanı başımda. Öyle ki başımı uzatsam alınlarımız birleşecek, soluklarımız birbirine karışacaktı. 

Gözleri açık mıydı? Gözlerim açık mıydı?

 Kızıl kirpikleri ayaklarındaki lastik şosonlara değin varıyordu. Boyunun uzunluğuyla Machow’a rahmet okuturdu. Yalnız bu da değil: Şarklı ergin göçerler denli kavruk bir teni, Orlan’ınki denli çarpık bir çehresi vardı. Saçsız başına iliştirdiği, ışığanlardan dokunmuş hayli çirkin tacın üzerine karıncalar yumurtlamıştı. Sol bileğindeki şeylere ne demeli? 

"Şeyler"

Babil döneminde taşlara işlenen kraliyet yazıtlarında yer alan garip, sıra dışı harflere benzettim onları.

Çıplaktı. Tanrı’m, çıplaktı!

Ansızın yaklaşıp öptü beni. Her şey mavi bir toz bulutunun içine hapsoldu. Onu yitirdim. Dudaklarımda ceset taşıyorum gibi geldi. Bu ürküttü beni. Tiksindirdi. Kendimden geçtim.

Gözlerimin açık olduğuna inandığım bunca zaman o yüce güç tarafından aldatılmış olduğumun farkına vardım çünkü esas uyanış az önce gerçekleşmişti. 

Anladım.

Dudaklarımdaki ceset etlerinden sıyrılıyordu.