Dünya otobüsünde ha bire ayaktaymış gibi hissediyorum kendimi. Oturacak bir yerim yokmuş gibi… Daha doğrusu boş yerler var, evet, görüyorum ara ara fakat sırf oturmuş olmak için öylesine bir yere oturmayı içime sindiremiyorum. Kendime uygun yeri arayıp duruyorum. Bazen dikkatimi çeken yerlere oturuyorum, ne bileyim, şansımı deniyorum fakat çok uzun sürmüyor tabii. Oranın da bana uygun olmadığını, aradığımın tam olarak orası olmadığını fark edip yeniden ayağa kalkıyorum. ''Ya hep ya hiç'' zihniyeti işte. ''Bu yolculuğu içime sinmeyen, bana keyif ve tatmin hissi vermeyen herhangi bir yerde oturarak geçireceğime, tamamen ayakta geçiririm...'' diyorum. Fakat sürekli ayakta durunca yoruluyor insan tabii. Tutunacak bir yer arıyor. Malum, dünya her bakımdan oldukça sallantılı ve sarsıcı bir yer. Dolayısıyla düşmemek için illa bir yerlere tutunması gerektiğine inanıyor insan başta. Bazen buluyor o yerleri, tutunuyor sıkı sıkı, hatta ''Ben bulacağımı buldum, artık oturacak bir yerim olmasa da olur!'' diye düşünüyor ve ayakta olmanın verdiği yorgunluğu unutup düşlere dalıyor. Fakat bu durum, çoğunlukla bir yanılsamadan öteye gidemiyor. Zira ömür boyu tutunmaya devam edebileceğini düşündüğü o yerden de bir şekilde gitmek, orayı da arkasında bırakmak mecburiyetinde kalıyor ve gerçeklerle yeniden burun buruna geliyor…


''Ayaktasın işte. Bak, dünya otobüsünde hâlâ ayaktasın, bir türlü bulamadın kendi yerini. Bu hayat yolculuğunu sen de böyle tamamlayacaksın herhalde...''


Ayakta kalmanın, bir türlü bir yerlere konamamanın sıkıntısını yaşıyor elbette, özellikle de zihinsel düzlemde. Fakat inat ediyor, yine de boş bulduğu yerlere öylesine oturmuyor, kendine ait olmadığını içten içe hissettiği o yerlere zorla ilişme gayreti göstermeyi seçmiyor.


''Ya hakikaten bana ait olan yeri bulup oraya otururum ya da son nefesime kadar ayakta gitmenin bir yolunu bulurum...''


Ayakta gide gide, zamanla, dengesini daha iyi sağlayabilir hâle geliyor. Sonra bir bakıyor ki; artık tutunacak yer arayışı içine girmesine gerek kalmamış. Tutunmasa da, ayakta gidebiliyor. Belki dimdik değil duruşu, evet. Belki dünya otobüsünün alışıldık gidişatından az biraz sapmasıyla yalpalıyor, dengesi bozulacak gibi oluyor. Belki hâlâ üstesinden tam olarak gelemediği zihinsel modifikasyonları onu lüzumsuz yere panikletiyor ve ihtiyacı olmadığı hâlde alakasız yerlere ellerini uzatıp tutunma refleksi gösteriyor. Fakat zaten dengede durmayı böyle böyle öğreniyor...


Misal ben; kendime ait yeri bulsam, oraya otursam, ayakta olduğum zamanların acısını çıkarırcasına bir güzel yayılsam, içim rahat etse artık, yapmakta olduğum şeyleri gelecek kaygısı ve belirsizlik illetinden ari biçimde yapabilecek kadar huzurla dolsam... Ne güzel olur sanki, değil mi? Ben de isterim tabii. Lakin yalnızca istemekle olmuyor, istemek başlı başına yetmiyor. Bazen, istenilen ve seçilen şeylerden dolayı, bazı süreçlerden geçmek gerekiyor. İçinde bulunulan durumu kabul etmek, iyice sindirmek ve mümkün mertebe dengede kalabilmenin yollarını araştırmak, bunun için de belirli ve farkındalıklı bir rutin, bir sistem oturtmaya çalışmak gerekiyor.


Dünya otobüsünde ha bire ayaktaysak, kendimize ait yeri hâlâ bulamadıysak; oturmakta olan ve oturdukları yerlerden inanılmaz mutlu ve memnun görünen insanlarla kendimizi kıyaslamayı bırakıp, her ne kadar aynı otobüsün içinde yol alsak da hepimizin yolculuğunun oldukça farklı geçmekte olduğu ve dolayısıyla her birimizin hikâyesinin eşsizlik teşkil edecek biçimde birbirinden farklı oluştuğu gerçeğiyle barışmak ve bu dünya otobüsüne kendimizi köklendirmeye çalışmaktan ağrıyan ayaklarımıza takılıp kalmak yerine, ayakta yolculuk yapmakta olduğumuz için aslında bu yolculuğun her bir hareketini, dünya otobüsünün en minimal manevrasını bile dibine kadar hissettiğimizi ve dolayısıyla istemeyerek de olsa iliklerimize kadar ''burada'' olarak bu deneyimin içinden geçtiğimizi fark etmek ve kendimizi bunun macerasına ve sürprizli gidişatına bırakmayı tercih etmek en sağlıklı seçenek gibi görünüyor…