Dokuzuncu sınıftayken saçları iki yandan örgülü, bir küçük asi kızdı. Bileklerinde dişli deri bileklikler, belinde zincir, üzerinde bir metal grubunun tişörtü, siyah ve sert bir makyaj… Hayattan isteği kavga mıydı yoksa hayat mı onunla kavgalıydı?
Yirmi yıllık öğretmenlik deneyimi hemen ve o an tanımamızı sağlamıyor bu güzel çocukları. Sabretmek gerekiyor. Konuşmak, dertleşmek, karton bardaklarda çay ısmarlamak, koridorda denk geldikçe baş selamı vermek, nöbetlerde “yürü kız sınıfına” diye azarlamak, sonra bir hoş lakap (akıllı) takmak, “neydin gıı” diyecek bağı kurmak; hasılı muhabbet gerekiyor… “İnsanın eti yenmez, derisi giyilmez; insan muhabbet içindir” diyor ya Fakir Baykurt; işte tam da böylesi bir muhabbet.
Akıllı kızım ile dört yıl aynı koridorları arşınladık,derslere girdik, sohbetler ettik, dünyanın en kötü ama bize en güzeli gibi gelen çayları içtik ve nihayet adına diploma denilen ve esasen “bir daha bu okulda derslere giremeyeceksin; artık buraya ait değilsin” anlamına gelen bir belge ile uçurduk onu… Hani bazen kumrular yalandan kaçıyor gibi yaparlar da siz yaklaşınca birden havalanıp iki adım öteye konarlar. İşte akıllı kızım da böylece havalandı ve iki adım öteye kondu. Ya hayat yapışmıştı yakasına ya da uzaklara gidecek takati yoktu.
Geçen zamanı düşünüyorum şimdi. O hep kendiyle, kendi içinde olduğu için sanırım, farkına varamıyordu büyüdüğünün. Oysa büyüyordu. Saçları, giysileri ve bakışları ve fikirleri değişiyordu. Belki de hayattan aradığı şey kavga değil, barıştı artık. Huzurlu bir gün, yağmur kokusu, sorgulamayan bakışlar, dert dinleyen bir dost… Ve şimdi akıllı kızım (müsaadeniz var mıdır ona “sarı papatya” dememe), okulun koruyucu zırhının dışında ve hayatın içinde ve hayatın büyüten darbeleri altında, omuzlarında bir dünya taşıyor; kendi dünyasını… Evet, okul böyledir. Görünmez gri bir zırh gibi bizi kuşatır ve adına öğrencilik denilen hülyalı zamanları giydirir üzerimize. Sonra okul biter ve biz, adına hayat denilen o koskoca mefhumla bir başımıza kalırız. Ya omuzlarımızda bir dünya yükselir ya da hayatın dikenleri batar gövdemize. Ve sarı papatya biliyorum, farkında değil henüz. Aynaya baktığında eminim saçlarını, artık daha hafif olan makyajını görüyor sadece. Oysa ben, öylesine farkındayım ki Atlas misali sadece kendi omuzladığı dünyasının.
Bugün, sarı papatyanın yanına gittim; çalıştığı kafeye. Okulda idarenin zorunlu tuttuğu üniforma sebebiyle kavga eden papatya, işyerinin üniformasını giyinmişti üzerine. Okumadım ama sanırım İngilizce –o hep çaktığı dersten- bir şeyler yazıyordu sırtında. Deri bileklikleri yoktu (mesaisi biterken geri taktı onları; içindeki asi kız nanik yapıyordu hâlâ). Ağzına sigara koymayan sarı papatya, küllükleri topladı teker teker. Yaşıtları, karton bardakları bırakıp kalktılar masadan, o, çöp poşetlerini yüklendi. Patronu “bu siyah poşet ne” diye sorunca “kadının biri kusup tıkamış lavaboyu; temizledim” dedi. Sonra masaları sildi, içeriye paspas çekti, kapı önünü süpürdü; yaşıtları telefonla mesaj yazarken sevgililerine. Ve bütün bunları yaparken arada bana, dev bardakta çay verdi âlâsından ve sonra da fındıklı bir güzel kahve. Karşımda hiç oturamadı ama; oturtmadılar. O ara aklıma, Çehov’un bir öyküsü geldi; hani şu, bir dakikacık uyku çok görülen küçük kız. Sarı papatya da bir dakikacık oturamadı; her adımda taşıdı, dokuz saatlik yorgunluğunu.
Dışarı çıktık. Sarı papatyanın elinde bir poşet vardı ve içinde de birkaç dilim pasta. Bana bir nevale hazırlamıştı yani kaşla göz arasında. Bu halde ben, omuzlarında büyüyen o dev dünyanın daha bir farkına vardım. Sarı papatya alın teriyle, uykusuzluklarla, yorgunluklarla, hayatın içinde devinerek, dövüşerek bir dünya yaratıyordu. Ve bu dünyada, patronuna hesap vermeden -icabında kavgayı göze alacak kadar- bir eski öğretmenine dilediği çayı, kahveyi ve dahi dilediği pastayı ikram edebilmek de vardı… İkiletmedim. Aldım elinden pastaları. Bir garip, bir hoş oldum. Dünün çift örüklü asi kızı şimdi bana yorgunluğundan bir dilim veriyordu. Bilse ne de ağırdı o pastalar.
Ayrılırken sarıldım sarı papatyaya, kokladım saçlarını. Ve sarayım istedim omuzlarındaki o büyük dünyayı. Kollarım yetti mi, bilmiyorum.
Umut Ulaş Çelik
09 Aralık 2023
Manisa
umutulas
2023-12-09T13:44:56+03:00Mısra Ergök arkadaş, hayatın anlamı diye salt ve ne pahasına olursa olsun mutlu olmayı bellemezsek ve kimi vakit mutsuz olmayı da göze alırsak temas ediyoruz insanlara. Zira insanlar, kimi vakit bizim mutluluk merceğimizin dışında kalıyor. Varsın biraz da hüzünlenelim; hayattan daha acı olacak değil ya öykülerimizin tadı.
Mısra Ergök
2023-12-09T10:52:12+03:00İnsan öğretmenliğin değerini daha bir anlıyor. Öğrencilik yıllarımı da özlüyorum yazılarını okuyunca Umut hocam. Hüzünlendim çok. Kendime, lisedeki kendime, öğretmenlerime, öğrencilerime…