Sabah perdenin kırmızılığından pembeleşmiş bir ışık duvara vuruyor, uykusuzluğun sersemliğiyle odanın içinde gezinen ışığın arkadaşlığı, yatakla çalışma masam arasında gidip gelen bir ikilemi tetikliyordu. Bu perdeleri değiştirmeliydi ama şimdilik güneşlikleri açmak daha iyi bir çözüm olacaktı. Kalktım, pencereye doğru birkaç adım attım, perdeleri açmadım. Uyanır uyanmaz yatak odasını terk etmek lazım diyorum. Yoksa üstüme bir tembellik siniyor, gün boyu inatçı bir leke gibi çıkmak bilmiyordu. Yastık, içine düşülen bir kuyu gibi görünüyordu gözüme. Uyusam sanki ağzına kadar su dolu bir varilin içine kafamı sokmuş olacaktım. Ya uyanamazsam… Kim bilir ne rüyalar nasıl kabuslar vadediyordu... Uyudum.


Zaten aylardır yalnız birkaç kez dışarı çıkmış sonra içeride yaşamaya alışmış insan psikolojiyle koşar adım eve dönmüştüm. Bugün de yine dışarı çıktım. Ayaklarımın altına bir balçık yapışmış, adım atmayı öylesi zorlaştırıyordu ki birkaç adım daha atmaya mecalim kalmadı. Evden uzaklaştıkça sokaklar bir bataklık gibi oluyor, her adımda bu tutkal biraz daha dirayetini artırıyordu. Eve alışmamalıydı.


Bir ara vermek lazım dedim, kaldığım yere ayracı koydum. Zaten vakit de gelmişti. Şimdilerde hazırlanmak en az yarım saatini alıyor insanların. Yanımıza alacaklarımız bir türlü bitmiyor. İsrafın ilk basamağı zamanla başlıyor. Başka hiçbir şeyin israfı vaktin israfı kadar kolay değil. Sabah dışarı çıkarken yanımıza yalnız çantaları, kartları, telefonları değil, bir de herkesin her sabah giydiği, sokakta yürümek için olmazsa olmaz ifadelerimizi, duruşlarımızı da alıyoruz. Okuduğum bir şiirde geçiyordu. Sanki o söz ne zamandır zihnimi meşgul eden bu düşünceme hazırlanmış bir kalıpmışta okuyunca her şey yerli yerine oturdu. "Herkesin üstünde aynı gün" Kimse aynaya bakınca üzerinde bu elbiseyi görmüyor ancak herkesin birbirinde gördüğü bu elbise karakterden, kimlikten farklı bir şey. Bu, ciddiyet de değil. (Burada şimdi işte bu yüzden hazırlanmak uzun sürüyor diye yazacaktım fakat böyle her şeyi açıklamayı pek edebi bulmuyorum. Üst üste yapılan açılamalar kulak tırmalamaktan başka işe yaramıyor. Edebiyat biraz da söylenmeyen şeyler ile yapılmalı. Mesele edebiyat da değil ama edebiyatsız çok yavan kalıyor her şey. Bunca sığlığın içinde bir yoğunluğun, bir derinliğin arzusu aranan. Mesela Mümtaz da tam yaşadığı bunalımın ortasında özlediği şeyleri sayarken Nuran’ı da özlediğini söylemeseydi ne hoş olacaktı. Neyse ki ben üstünü çizip bir de öyle okudum paragrafı. Tadından yenmedi.) Neredeyse anahtarı kapının üstünde unutacaktım. Sana mı kaldı Ahmet Hamdi’nin üslubunu çekiştirmek? Bir şeyleri izah etmek günümüzde sırıttığı kadar o dönemde sırıtmıyordu elbette. Şimdi, ruhumuz girdabın ortasında helezonlar çizerek nasıl bir düğümde buluşuyorsa yazılarımız da döne döne aynı anaforun içinde buluyorlar kendilerini. Yaşadığımız çağın iç dünyamıza hitap eden pek de bir şeyi olmadığı ortada. Çağı tenhasından aşikarına nasıl anlayacağımı düşünürken bu topyekün reddedişin geride bir şey bırakmadığını gördüm. Bu yüzden modern insan her şeyiyle eleştirilmemeli. Böyle olunca mevzu tutarlılığını kaybedip birkaç yazarın aşırı hassasiyeti olarak iki kapak arasına hapsoluyor. Tepeden tırnağa her şeyi reddetmenin hiçbir yerde tutarlılığı olmamıştır. Bu düşüncelerime göre sanırım ben de modernitenin takdir edilecek bir tarafı olmadığı kanısındayım. Öyle mi acaba, yok mu takdir edilecek bir şey? Benim de yaptığım bu işte. Nöronlarımı soluklandırmazsam birazdan alev alacak kafam.


Evden, eve dönmek için çıkıyormuşum gibi geliyor. Okuduğum kitabın etkileri bunlar yoksa hayır eve bu kadar bağımlı olamam. Bugün hiçbir davete evet demedim. O kadar önemli bir insan olmamama rağmen benim de davet edildiğim yerler var. Nasıl evet diyebilirdim ki? Nerden baksan gitmek ve dönmekten ibaret tekliflerdi hepsi. Hele arkadaşın biri git gel 4 saat mesafede olan bir kütüphanede ders çalışmaya çağırdı. Ders çalışmak için saatleri yollarda geçirmeyi doğrusu anlamıyorum. Bu, avare gezmek arzusuyla çalışma mecburiyetinin ortak paydasının eylemlerimizdeki tezahürü. (Bu karışık ve uzun cümleler karmakarışık zihnimin eseri.) Yoksa bu sorun sadece içine düştüğümüzde şaşkın bir ördekten farksız kaldımız şehirler için mi geçerli? En nadide eserlerin kayık gezilerinde, kaplıcalarda ve daha insanı ruhen ve bedenen pamuk gibi kıvama getiren mekanlarda yazıldığını düşününce doğa çalışmanın bir parçası diyorum. Demek ki çalışmayı öldüren seyahatten başka bir şey. Ihhh büyük şehirlerin en güzel tarafı daha büyük olmayışı.


Merdivenleri indikçe dışaraya ait olan sesiyle, büyüsüyle yaklaşıyor. Bu sokağı seviyorum. Pencereleri kapatıp kapatmadığımı kontrol etmek için başımı kaldırınca farkettim. Bir benim balkonumda çiçekler yok. Oysa ben çiçekleri severim. Alacağım alacağım da sürekli erteliyorum. Sanırım bakımı zor geliyor ve ben kendimi kandırıyorum. Şimdilik balkonu çiçek alma hayaliyle süslüyorum. Ah şu düşünceler biraz ara verseler şimdiye kadar kaç saksı çiçeğim olmuştu. İnsan hep eleştirmekten hayatını erteliyor. Eleştiriyle dolduruyor bütün boşlukları. Ne var ki insanın kendi çelişkisi bitmez. En çok neyi eleştirirse kendi düştüğü hatadır o ama öyle bir boyutlu ayna ki bu yansıyanın kendinden olduğunu anlamaz. Kıyasıya eleştirisi ile gülünçleştikçe gülünçleşir.


Bir çocuk yol ağzından bağırıyordu: bırakın onları, bırakın. Koca meydanda her köşe başında üç beş adam toplaşıp birbirlerine neler anlatıyordu. Pencerelerin açık panjurlarına serçeler konmuş sabırsızca biraz sonra yoldan geçecek simitçiyi bekliyordu. Simitçi muhakkak gelecek şu ederi kaç gram hayvancağızların rızıklarını sokağın pütürlü taşlarına dökecekti. O zamanlar her mahallenin olmazsa olmazı köşede on on beş oturağın olduğu küçük bir kitapçı vardı. (Orada yalnız kitap okunmaz, mahallenin yaşlıları gözlerinde boncuk taşıyan çocukların hayallerine dalar, kulaklarına neler fısıldarlardı.) Yüreği avucunda atan çocuk bir çığlıkla atladı mahallenin ortasına: bırakın onları! Nereye neyi götürüyorlardı çocuktan başka gören var mıydı? Bir camın yavaş yavaş buğulanması gibi bu mahalle, yaşlı adamlar ve simitçinin sesi kulaklarımızdan uzaklaşıyordu. Hıı, hayalmiş. Afişte gördüğüm resim, bir olaylar örgüsüne dönüp okuduğum romanların tasvirlerine benzer bir sahneyi tüm canlılığıyla yolun ortasında sergilendi. Ellerini arkasına saklamış bir kız çocuğunun konuşma balonuna bil bakalım sana arzuladığın neleri getirdim diye yazan afişteki kız, sokağa atlayan çocuk muydu? Ah Rabbim, bu sokakta serçeler yok ki...


Sabah ayağıma takılan bir çakıl taşıyla hala yatakta olmadığımı anladım. Bir yolda yürüyor olmakla yatakta olmak arasında dikey ve yatay bir fark var. Yoksa yürüyor olduğumuz değişmiyor. O yüzden uyurken kimi zaman ayağımız takılıyor düşüyoruz. Mesele tasavvufi bir metafora dönüşmeden hayatın realitesi içime akıyor yeniden. Hangisi realite? Iııı bunu sonra düşünürüm. Neyse düşmedim. Yürürken hep sendeliyorum ama çok az düşmüşümdür. Acaba hayat da böyle mi? Belki de düşüp dizlerimi yaralasam bazı şeylerden daha iyi ders alırım. Fakat bunu da düşünecek vakit yok. Cebimdeki kartların hangisini turnikeye basacağım daha mühim.


İşte yine bir gün de diğerlerinden pek farkı olmadan akşam olmuştu. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu ne zaman okudum sahi? Bir tarihi olsa keşke. Dört duvarın insanı boğuşunu nasıl anlatayım. Fakat Safa, birazdan çatırdayarak yerlerinden çıkıp bir azılı düşman gibi üstümüze çökecekmiş kadar capcanlı bir tasvirle anlatmıştı duvarları. Acaba onu okuduktan sonra mı duvarlar; aralarında boşluk olmayan, kalıplaşmış, vücudumu çevreleyen kaskatı kayalar gibi geliyor? Belki de duvarlar donuk çizgileri ile hayatı sönümleyen heyulalar olduğu için o satırlar yazılmış. Yazık, nereye sığmalıydım bu dünyada? Dışarısı balçık içerisi duvar.


Evin tek oyalayan uğraşı sokağı izlemek sokakta ne gördüğüme bağlı olarak değişse de. Fakat çok oluyor şu manzarayı her gün gördükçe dışarı ile duvar arasındaki o ince satıhta şıkışıp kalıyorum. Dışarı, bana duvarlardan daha masum gelmiyor. Adını merhamet koyduğum bu manzara artık şaşırtıcılığını kaybedip sürekli izleyip alıştığım acı haberler kadar normalleşti. Karanlığın göbeğinde sokağın kenarında gözüme ilişen, eğri büğrü sopasıyla taşları döven adamın adımlarına soğuk taşların dili olsa bağıracaktı: merhamet! Kendi karanlığıyla aydınlığı arasında boğulan bu adamı, her gün bu sokaktan geçişinde biraz daha dokumuş görünüyordu dilsiz taşları döven her neyse. Bu sokaktan geçtikçe bir makaraya sarılı ipi ardından sürür gibi yollara seriyordu. Belki kendi de biliyordu ipin bir gün biteceğini, belki de bilmiyordu ama nasıl görmüyordu. Sonunda bu taşlarda kalan ise ağır bir hırpalanmışlıkla makaranın ipi. Merhamet! Herkese, her şeye, en çok da kendimize, taşlara… Anlamaya çalışıyorum, deniyorum. Her an yeni bir ruhun kimliğine bürünüp taşların üzerinden geçiyorum. Fakat olmuyor işte ben o adamın ezdiği gibi taşları ezemiyorum. Yoksa insanlar ne olursa olsun iyilik melekelerini öldüremiyorlar mu içlerinde. Peki ya o adam? Yok, ben o adamın ruhunu giyinemiyorum. Ne olursa olsun insan bu hissiyattan soyutlayamaz kendini: merhamet! Hayretim kat be kat artıyor. İnsan derinlikleri olan, alemler kadar engin varlığın sırrının hamalı insan. Öyleyse unutuluyor kendimiz kendimizce. Bizi o sırra ulaştıran yolları işte bu adam her geçisinde eziyor. Artık yazı okunmayacak kadar silikleşiyor. Nasıl olsa da bunları insanlığa düşüncelerimin, sözcüklerimin saklambacından kurtarıp anlatsam. 


Bu kitabı okumayacağım. Bu kararı verir vermez kitabı rafların arka kısmına duvarla diğer kitapların arasına sıkıştırıyorum. Balkona çıkacaktım. Eve geldiğimde aklımda ne vardı? Ha küçük yeşil bir ibrik, üç dört saksı, bir paket orta boy toprak almıştım. Cam güzeli, küpeli bir de sardunya fidesi. Şimdilik…


27 Eylül 2022- 28 Ekim 2023