"Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum," demişti o. Sonra bana dönüp sormuştu: "İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"

Barış Bıçakçı'nın "Baharda Yine Geliriz" kitabında geçen bu cümleler, duygularımızı zaman zaman, hatta çoğunlukla mekânlarla özdeşleştirdiğimizi fark ettiren örneklerden sadece bir tanesi.


Birçoğumuz her gün okula ya da işe gitmek durumundayız. Arada bir "Ayaklarım geri geri gidiyor." diye hangimizin aklından geçmiyor ki? Genellikle ortamda yaşadığımız duygu değişimleri bizi mekânı iyi ya da kötü diye kodlamaya itiyor. (Psikolog ya da psikiyatr değilim, dolayısı ile bu konuda iddialı cümleler kurmayacak kadar haddimi biliyorum, fakat burada söz konusu olan, bu durumun edebiyata yansıma şekli.)


Örneğin, son anınızın gergin bir tartışma ile sonuçlandığı bir kafeye yeniden gittiğinizde, oradan çıkarken yaşadığınız son anın hisleriyle başlıyorsunuz yeni tecrübenize. Bir kez daha tecrübe etme şansını o kafeye vermezseniz orası sizin için hep kötü anılacak, aklınıza her geldiğinde sizi gerecek. Belki bu gelişiniz de iyi sonuçlanmayacak, ama denemiş olacaksınız. Her seferinde kötü anlar yaşadığınız kafe ise başta sizin için sadece 'Sevmiyorum orayı,' dediğiniz bir yerken, artık mimlenmiş, kesinlikle uzak durmaya çalışacağınız, uğursuz gördüğünüz bir yer hâlini alacak.


Aynı durum tersi için de geçerli. Harika anlarınıza ortak olmuş bir mekândan her zaman aynı şeyi beklersiniz, oraya o olumlu düşünce ile gidersiniz ve âdeta oranın görevini yerine getirmesini beklersiniz. Ama bir kez dâhi orası sizi yanıltırsa, üzerini çizebilir ya da hüzünle anabilirsiniz.


"Söyleşir

Evvelce biz bu tenhalarda

Ziyade gülüşürdük

Pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının

Ne meseller söylerdi mercan köz nargileler

Zamanlar değişti

Ayrılık girdi araya

Hicrana düştük bugün

Ah nerde gençliğimiz

Sahilde savruluşları başıboş dalgaların

Yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller

Elde var hüzün"


Attila İlhan'ın "Elde Var Hüzün" şiirinden alıntılanmış bu bölüm, yukarıda bahsetmiş olduğum şekilde duyguları mekânla özdeşleştirmenin zaman içinde dönüşümünü göz önüne seriyor.


"Ne ölü ne sağ bir yaşamın kahramanı Zebercet. Gözünü ilk açtığıve yaşadığı Anayurt Oteli'yle aynı kaderi paylaşıyor: Birbirine benzeyen geçici ilişkilerle geçen günler, yalnız ve tek başına sürüklenen bir hayat."


Bu kısım Yusuf Atılgan'ın "Anayurt Oteli" kitabının arka kapak yazısından bir alıntı. Zebercet'in otel ile ilişkisini özetler nitelikte. Romanda, karakterin yaşadığı tüm sorunların kaynağı olarak oteli görüyoruz ki bu bize garip gelmiyor. Ama Zebercet bunu artık öylesine dayanılmaz buluyor ki malum sona gidiyor.


Mekânlara karşı 'Pavlov'un Köpeği' deneyindeki gibi şartlandırıyor muyuz kendimizi farkında olmadan? Girdiğimiz ortamları yaşadığımız şeyler için neden suçluyoruz ya da ödüllendiriyoruz? Belki de bu yüzden odaklandığımız şeyi yaşıyoruz. Ya da kendi hatalarımızı, mekânlara ağırlığını üzerimizden atmaya çalışıyoruz.