Hava soğuk ve yağmurlu, günlerden cumartesi. Balkondan dışarıyı izliyorum, her şey kendi olağan akışında kaybolup gitmiş, yitirdiğimiz kelimelerin kafamızın ta kendisinden fışkırmasını kabullendiğimiz bir gece yeniden. Bugün, bugün yine Galata Kulesi'ne gittim.


Bunlar gereksiz ayrıntılar hep, geçelim, bizim asıl konumuz öz değil midir her zaman? İnsanın özünü anlamak lazım, kalabalıklardan kaçmak değil (Belki bir birey olarak kaçabiliriz kalabalıktan.) kalabalığa karışmak lazım; ben izlemek istiyorum o adamın kahkahasını. Kalabalıklara yaklaştığım ölçüde uzaklaşıyorum insandan, kendimi anlamaya çalışırken yitiriyorum yeniden kelimeleri, kafam allak bullak. Ben, ben değilim artık; orada, duvarın kenarında ağlayan adamım ben. Halimden memnun, kendime bunu yakıştırıyorum, ben acı çekmeye layığım, ben rezil yaratık, etmesem de insanlara tecavüz, öldürmesem de çocukları, ben rezil bir yaratığım. Ben insanım, ben var olmaya karar verdiğim an mahvoluşumu kabullenmiş, hayatın olağan seyrine kapılıp gittiğim her saniye azabını duyumsadığım vicdanımın kölesiyim. Ben mahvolmuşum. Acı çekmeyi oku kendime yakıştırmayı bırak, acı çekecek kadar kapılıp gitmeyi bile yakıştıramıyorum kendime. Bin yıllık bir duvara dokunuyorum (Duvardan bol ne var dünyada, içimizde?), diyorum ki: Artık bin yıllık insanı anlayabilirim! Artık her şeyi anlıyorum. Bilmiyorlar, sanıyorlar ki sevince kuşu, böceği, ağacı, bu varoluşum hiçbir şeyin farkında değil mi?


Devam etmeyi seçiyorum artık. Her sabah uyanma zahmetine girip kahvaltı edeceğim, bu anlamsız rastgelelik silsilesi içerisindeki varoluşun anlamını düşünmeden, bir zeytin atacağım ağzıma. Kendimi kandırmaktan bıktığım her an kafama sıkabilmek gibi bir seçeneğimin olduğunu bilip de yaşamak da tek avuntum olacak. Kabullenmek gerek, yaşamak için, yaşatmak için. Kabullenmek.