Manidar bir zamanlaması vardı,
Ekim’in son gecesi,
Son saatleriydi.
Hatta biraz daha şiirsel bir hava katacak olursam:
Bir perşembe gecesi,
Saat on biri kırk geçiyordu…
90’lı yılların başlarında Böyle mi Olacaktı? diye bir dizi yayınlanıyordu. Bir bölümünde okul müsameresinden palyaçolar, bir çocuğu kaçırıyorlardı. Sonrası benim için travmatikti tabii. Yıllarca palyaçolardan nefret ettim. Yanıma yaklaştıklarında delicesine ağladım. Bazı etkinliklerde çocuklar onlarla neşeyle oynarken, ben onlara korkarak baktım. Fakat sadece Kayahan’ın Gönül Sayfam klibindeki palyaçodan nefret etmedim. Küçük kalbim, onu anlayamasa da hissediyordu. Geleceğe göndermelerde bulunuyordu. Sanırım artık anlayabiliyor da. Oysa yaşamın öncesi ve sonrası birbiriyle ne kadarda bağlantılı. Adeta bir mucizenin yankıları gibi geçmiş… Ne diyordu dizelerinde? Çünkü bir gönderme yaptıysak ilk dakikalarda, hatırlamadan
olmaz!
Artık ne sen ne de ben,
Bulamayız o günleri.
…
İçimde hatıralar delik deşik,
Mektupları okudum seçip seçip.
Griyle bütünleşmiş turuncu bir karanlık vardı etrafta. Hatta pembeye de çalıyordu. Üşümüştüm o gece, üşürdü hep ayaklarım. Binlerce kişi de vardı etrafımda ama nasıl bir üşümekti bu? Yapma! Dokunma! dediğinde, ürperdim. Hatırla dediğinde, merhametimle yüzleştim. Belki bir gün dediğinde, gökyüzüyle seviştim. Bitti kelimelerim dediğinde, içime akıttım son sandığım damlayı. Unutmadan, her biri hayran sana da dedi…
Sağlıksız karar arifesi,
Bu turunculuktan pekte uzakta değildi.
Kendimi kendime anlatmak için,
Ve varlığımı hatırlatmak için,
Şehrin kaybolmuş sokaklarına,
Damağıma saplanacağını bilmediğim bir bıçak eşliğinde,
Merhaba dedim.
Bir okul geçtim sonra,
Bir gece sonra rüyama gireceğinden habersiz.
Daha tepeden aşağı inmeden,
Gözlerimi yaşartmaya başlayan damağımın acısıyla yüzleştim.
Aşağı doğru süzülürken; o ne heybetti öyle!
Her bir ayrıntısını hatırlayabildiğimi düşünürken,
Kaldırımların sürekli yeniden inşasını unuttuğumu fark ettim.
Sustum,
Bu sefer; telaşsız ve sakin.
Bir araç ve bir araç daha.
Başka bir hikayenin,
Ne kazananı, ne de kaybedeni,
Belki de benim hikayemin,
Hayalet sürücüsü.
…
Bu heybetli yapı,
Her bir metrekaresi karış karış.
Saymadım işaret parmağımı aracı olarak kullanıp,
Çünkü rakamların kaçta bittiğini biliyordum.
Beyaz bir ışığın korneamı yırtmasıyla irkildim,
Sarı sevinçlerin, hala beyaz hüzünler barındırmasına şaşırmadım.
Peki ya üzülmedim mi
Bir beyaz ışığın daha varlığını göremediğimde?
Babasını camda bekleyen çocuklar gibi heveslendim,
Saat on biri elli üç geçerken.
İnsanın ne kadar dinamik bir yapı olduğunu düşündüm sonra. Zamanın zamansızlığı, duyguların evrimi, düşüncenin akış açıları… Bir hüzün yarattım kendime mavi ışıklar eşliğinde. Bu sefer buğusuzdu hüzünlerim; geleceği bilmediğimden. Geçmişin gecesi değildi bu gece. Ne kadar hissetmek istesem de ulaşılması güç izler barındırmıştı.
Beyazlar içinde izledim seni,
Bir yaşam belirtisi,
Bir iç daralmasının rahatlatılmasını bekledim,
Gerçekleşmedi.
Ve ne enteresandır ki haberin bile olmayacaktı.
Gözleri görmeyen insanların hisleri gibi,
Kör bir kalpten de aynı performansı beklemek,
En güzel aptallıklarım arasında ilk sıraya oynardı.
Balkabağı toteminin son saniyelerini yaşarken,
Son bir kez daha baktım beyaz yansımana.
Bu sefer hitapsız bir hoşça kal döküldü dudaklarımdan,
Sakin, kimsesiz ve kendiliğinden.
Eve dönmek, hüzünlerin en güzellerinden. İyi dakikaların sonucunda yalnızlığına sarılmak, yarısına geldiğin pamuk şekeri kuma düşürmek gibi hissettiriyor ve bu his hep tatlı bir olsun yakınmasıyla sonuçlanıyor. E tabii, ev gibi hissettiren nadir insanlarla da kesişiyor hayatlarımız. Bir zamanlar dört gözle beklenen evler, koşar adımlarla dönülen evlerden bahsediyorum. Fakat her ne olursa olsun kişinin kendine koşması da paha biçilemez. Bazen buruk bir hissiyat gibi gözükebilir. Ama kaldı ki ben de insanım!
Biraz kırmızı,
Ve birazda nektarin,
Şeftalinin tüysüz olanı hani,
Sonra biraz daha kırmızı…
Sevmezdim ben, zorlanırdım,
Ama severdim saf güzelliğinin ortaya çıkışını,
Bayılan bakışlarını,
Dudağının kenarını…
Bir kutu getirdim odanın ortasına,
Ve sonra bir kutu daha.
İçlerinde ortak suçlarımız.
Hani deliller de vardı ya,
İnanır mısın,
Canım bu sefer hiç yanmadı.
Ölenleri gördüm o gece,
Kendimi hatırladım,
Öldürenleri de gördüm,
Yanımdaydılar.
Ve sonra anladım ki
Kırmızının son damlası,
Dualarımın evrilmesine yol açacaktı…
Yeni bir gün doğurdum sonra. Boş bir buzdolabı, boş bir bulaşık makinesi gibi selam verdim pekte samimi günışığına. Anılar saçılmış odaya, her yere kıvamında bir manzaranın beni beklediğinden habersiz değildim. Bu soğukkanlılık fazlaydı. Kırmızı kalemle yazılanlar da vardı, renkli kağıtlar da, soluk satırlar da… En garibide 9 numaralı boş bir kağıt parçasıydı; aynı çabanın ürünü olan. Üzerlerinden geçtim; içlerinden değil. Tıpkı bir öğrencinin öğretmenine içtenlikle yazdığı minnet satırları gibiydi hepsi. Sevindim!
Hiç olmayacaklar vardı içlerinde,
Çocuklar vardı,
Olanlar ve sonra olmayanlar vardı,
Ve geleceğe işaret eden tarihler.
Acı da olsa,
Veda anlarında söylenen şarkılar da söyleniyordu.
Belki en acısı değildi ama,
Büyük alaycı bir tebessümün altında,
Yamuk bir ağız içeriyordu,
Cehennemdeki ağacın,
Gri parlak meyvesi.
Yeniden bant sesleri duyuldu. Zamanında gergince birçok açıdan atılan bu bantlar, gelişi güzel bir şekilde bırakıldı. Parmağım kanadı sonra. Sağ elimdeki orta parmağımın ilk boğumunun üzeri. Bir şeyler anlatacaktı belli ki. Susması için yara bandıyla arkadaşlık etmesini söyledim ve buluşturdum onları. Bandın rengi normalde değişmezdi ama susmak bilmemiş olanlara bakılırsa. Bir ayrılık yaşatmış oldum içimden gelmeyerek. Kendi haline bıraktım bir süre. Arada anlatmaya, daha doğrusu kusmaya devam ediyordu ve kokmaya da başlamıştı artık. Bilinenin aksine yarayı açık bırakmak daha çabuk iyileşmesini sağlamaz. İlgilenmek gerekir, gerekli oksijeni sağlamak, belli aralıklarla kontrol etmek gerekir. “Ona bir bant ver baba” dedi kalbim. Doyamadık göndermelere tabii… Bir bantla daha buluşturdum onu. Birkaç gün sonra attı üzerinden; bekledim. Ona biraz daha zaman verdim. Sonra bir bant daha bir tane daha… Kabuk bağladığını hissettiğimde son sevdalı bandı üzerinden diğer elimle attım. Kendi ellerimle attım kalıbı buraya çok daha yakışırdı fakat yara diğer elimde… Ve gördüm ki Kasım’ın en sevdiğim günü kabuğunu soyundu. Ben meyilliydim büyük büyük anlamlar yüklemeye ancak bu sefer, biyolojik bir olay olarak değerlendirdim bu durumu. Yalan söylemiyorum, bana güvenebilirsiniz! Bağırmayın da avaz avaz aksini iddia ederken. Çünkü gözlerim sizi duyuyor.
Son olarak dualarımı yeniden şekillendiren Ekim’in son gecesine, Kasım’ın en sevdiğim gününe, parmağımdaki yaraya, kırmızının son damlasına, nektarine ve cehennemdeki ağaca teşekkür ederim.