Okuldaydım, pansiyonda. Yanımda öğrenciler vardı ve kim bilir neyin, nelerin muhabbetini ediyorduk. O sırada öğrencilerden birine, yeni başlayanlardan, dokuzuncu sınıflardan birine sormuştum: “memnun musun pansiyondan?” Değildi elbet. Ama hep böyle olurdu. İlk dönem, her hafta sonu kaçarlardı ailelerinin yanına. Sonra bu gidip gelmeler azalır, ayda ya da iki ayda bire düşerdi. Alışırlardı çünkü arkadaşlarına. Annelerinin yaptıkları yemeklere hiç benzemeyen pansiyon yemeklerine, altı kişinin soluğuyla ağırlaşan odalarının kokularına, akşam saat yediden sonra dışarı çıkamamak gibi bir dünya pansiyon yasaklarına, gece gürültülerine, üst ranzada ve ışığın altında uyumaya… Alışırlardı çünkü, o göze görünmez bulutsu arkadaşlık, çepeçevre sarardı her birini. Ve yine öyle olmuştu. Bu soruyu sorduğum öğrenci, bir yıl sonra sadece tatillerde gitmeye başlamıştı ailesinin yanına.
Böyle durumlarda hep ve yeniden şunu anlıyordum: “hayat, önce bir boşluk yaratır ve böylece doldurur bizleri…” Gece gürültüde, ışığın altında ve on beş metre karede altı kişiyle birlikte uyumak, kuşkusuz zordu. İşte bu, bizden eksilenlerdi. Hayat bizden rahat döşekleri, anne yemeklerini, baba ilgisini, gecenin bir vaktine kadar dışarda dolaşmaları alıyor ve karşılığında, her şartta uyuyabilme yeteneğini, yemek ayırt etmemeyi, zamanı hesaplı kullanmayı veriyordu. Ancak hayatın verdiği en değerli şey, işte tam da bu sıkışmışlığın yarattığı dostluktu. Yatılı olmayan öğrenciler sadece derste, kısa sürelerle birbirlerini görüyor ve arkadaşlıkları da okulla sınırlı oluyordu. Oysa pansiyonda kalanlar, okul bittikten yıllar sonra bile görüşmeye devam ediyorlardı. Çünkü hayatın yöntemi buydu. Bir şeyler eksilmeden boşluk dolmuyordu.
Sevmek de işte tam olarak böyleydi. İki insan birbirini sevmeye başladığında, yola herkes kendisi olarak çıkıyordu. Ancak kendisi olarak kalmak isteyen, sevmeyi başaramıyordu. Çünkü sevince, tek başına uyumaktan, akşamları sevdiğin yemekleri yemekten, her an istediğin müziği dinlemekten, aklına estikçe ıslık çalmaktan mesela ya da tıraş olmayı haftada bire ertelemekten vazgeçmek gerekiyordu. Ancak kimi zaman, bu kadar basit olmuyordu bir şeyler. Dünyanın en ağır bakışlarına maruz kalmak, hiç duymadığımız ağır sözler duymak gerekiyordu bazen de. Çünkü hayatın yöntemi buydu. Eksilmeden dolmak olanaksızdı. Bizden eksilen derin yerler, kabarcıklar halinde sevgiyle doluyordu. Yılıp da geri dönen, kendine varıyordu. Sevmek çünkü, kendimizi değil başkayı, ötekiyi sevmekle mümkün oluyordu…
9 Nisan 2022 Cumartesi
Gültepe
umutulas
2022-04-10T18:08:40+03:00Derya Doğan, beğeni ve yorumunuz için teşekkür ederim.
Derya Doğan
2022-04-10T17:26:39+03:00Bir yandan ybo'da daha küçük çocuklarla tuttuğum pansiyon nöbetlerini anımsadım, bir yandan üni yıllarımdaki yurt günlerimi.. Ne hoş oldu. Sevmek, eksilmeden olmuyor demek, belki de karşıdakine yer açmak gerektiğini unutma halinden sevemiyoruz.. Emeğinize sağlık
umutulas
2022-04-10T15:42:01+03:00Beyza arkadaş, teşekkür ederim... Hasan Hüseyin, ben de üç yıl yurtta kaldım. Masa sandalye yasaktı, odalarda priz yoktu ve sekiz kişiydik. Zorlu zamanlardı ve güzel zamanlar... Hele ki hemen az ötemizden geçen yük trenlerinin sesini dinleyerek kitap okumak, sonra uykunun kollarına sarılmak bir mutluluktu...
İnsan, -tıpkı bir çocuğun çayın el yaktığını öğrenmesi gerektiği gibi- her şeyi yaşayarak öğrenmek zorunda. Bizim cezamız ve mutluluğumuz işte bu zorunluluk...
Beyza
2022-04-10T15:29:51+03:00Tespitleriniz, kelimeleri seçişiniz çok hoş. Tadı damağımda kaldı yeniden okudum, çok güzeldi kaleminize sağlık 💫
umutulas
2022-04-10T15:25:16+03:00Oray Köseoğlu ve Ayşe Eroğlu arkadaşlar; değerli yorumlarınız ve beğenileriniz için çok teşekkür ederim. Var olun.
Ayşe Eroğlu
2022-04-10T15:12:12+03:00Gözlemleriniz hayatın kendisi...Yazıya dökmeniz ve paylaşmanız değerli... Teşekkürler.
Oray Köseoğlu
2022-04-10T14:54:16+03:00Gerçekten o kadar doğru ki! Ve ayrıca harika bir deneme yazısı olmuş. Bayıldım. Tebrik ederim sizi ((: