Bir fotoğraf düşüyor önüme. Günlerdir kaçınıp durduğum o rüya ve yüz kendini hatırlatıyor. Nefesim kesiliyor. En son herşey yitirilirken böyle olmuştu bana. Bir gece yarısı ağlaya ağlaya kaybolduğum ıssız bir sokakta vazgeçmeyi denemiş biri olarak. Sonra alışmaya başladım. Günlere, aylara, mevsimlere, adının geçip gittiği her yere. Bir boşluk bıraktım orda. Bir daha yerine bir şey koyamadım. Ağladım. Çok ağladım. Ne fayda etti ne de geri dönebilir oldum kalbim yıkıldıktan sonra. Sarsıntı sandım ama enkazında kalmışım ben bunun. Hayal edersin, düşlersin ve o yok olur. Yok olan şeyin yerine sadece bir boşluk gelebilir. Düzelttim ara ara artık hissizleşme yaşayan kalbimi. Başka bir şehir, başka bunaltıcı bir iş ve yorgunlukla düşüncemden, düşümden, içimden silmek istedim seninle hatırası olan tüm uzak düşleri. Uzaklık kadar hiçbir şey kalbime batmadı ve acıtmadı. Ama öğrendim acıya alışmayı. Zaman işte çaresizce yeniyor seni. Yine de her surete kırgın ve şüpheli bir tebessüm ile baktım. Açamadım içimi senden başka kimseye. Senle farklı olan herşey bir başkasının sesinde hep bir tekrarda durdu. Hissizleştim senden sonra. Bunu da iyi öğrettin bana. Dayanmayı da öğrendim senden ve bana bıraktığın hayal kırıklığından. Bazen durdum. Sustum. Hiç ağlamadığım, gözyaşlarımı içimde biriktirdiğim oldu. Fotoğraflara bakamadım. Şiir okumayı seven ve dinleyen ben artık vazgeçtim. Bir şey oldu içime. Bir eşiğe geldim. Aydınlık ile karanlık arasında bir araf gibiydim. Bir şeyler oldu bana hani her nefrete ve kötülüğe varlığımla karşı koymuş ben buna yenildim. Kalbime yenildim. Hissizleştim...

Kaç zamandır saymadım ayları... Saat farkımızı hatırlamak istemedim hiç. Sonuçta ne yaşadıysak artık iki yabancı gibi veda ettik. Bir vedaya benzemeyen kırgınlıkları da sustuk seninle. Konuşmadan ayrıldım anılardan, fotoğraflardan... Hiçbir şey hayal edildiği gibi olmamış olmanın hayalkırıklığı işte böyleydi. Gittim... Hep gittim. Aklımı götürdüm ama kalbim orda kaldı. Son ve ilk Ekim de. Hiçbir Ekim canımı bu kadar yakmadı çünkü. Bir eşikte durdum. Çok ölmek istedim. İlk kez bu varlığım bana ağır geldi. Üstümde bir yük. Geldim. Gittim. Dondum. Sustum. Çokça yenik bir ben bıraktım her yerde. Bir daha karşıma çıkmaman için çabaladım. Bir daha sesine özlem duyup yıkılmasın diye kalbim... 

Sonra bugün karşıma çıktın bir fotoğrafta biraz daha yaş almış yüzünle. Nasıl titredi ellerim. Nasıl doldu gözlerim. Çok fazla değil bir kadını güzel sevdim o kadar... Ne eksik ne fazla. Bir fotoğrafı özledim ve o fotoğraftan önceki tüm anıları özledim. Sesini... Biliyorum ki hiç bir ses ilgimi çekmedi sesin gibi. Hissizleştim demiştim ya bugün o eşik beni sana getirdi yine. Günlerdir rüyamdan kaçındığım o yüzüne uzun uzun baktım aşkla yeniden. Ama boşluğuna özlem benimkisi artık. Kırgınlıktan başka bir şey kalmadı içimde. Eşiğim bir boşluk. Yüzün bir boşluk. Sesin bir boşluk...

Odamda bir yalnızlık. Sanki boğulacak gibiyim. Doldum yine. Dokunmayacaklar. Ben kendime dokunmayı da avutmayı da zamana alışarak öğreniyorum şimdi. Bir Mabel şarkısı ile sokağa çıktım. En iyi o anlatır şimdilik çünkü beni. Koşar adımlarla ve şarkının kalbimi sızlattığı


 "Açılıyor önümde kapılar yine

bağırıyor canım ağır ağır.

Ateşi düştü göğsüme yeni bi yazın

yüreğimin gazelleri sağır" sözleriyle 


Yolun kenarında bir başına duran ve varlığını devam ettiren zeytin ağacına gittim. Önünde duruyorum. Ellerimi gövdesine, köklerine bırakıp, ona sarılır gibi ağlıyorum. Her yıkılışımdan sonra bir ağaca gelmeyi biliyorum artık... Ağaçlardan başka çarem yok çünkü...


Fotoğraftan bir şey daha öğreniyorum. Bir bu şehirde bir de sen de yıkıldım. Benim de eşiğim bu işte: 

Bana kendini her hatırlatışında içimdeki  

Yarım kalmak...

Tamamlanmıyor...

Geçmedi, geçmiyor...