Sesli bir geğirmenin ardından gelen “çok şükür” fısıltısı, odadaki dinginliği bozmaya yetmedi. Televizyonda sesi neredeyse sonuna kadar kısılmış, Bugs Bunny açıktı, tek izleyicisi de bir metre yakınına sokulmuş İlyas’tı. Bunama başladığından beri çizgi filmden başka bir şey izlemiyordu İlyas, kimse ses etmiyordu bu yüzden. İhtiyarların çoğu odasındaydı, salonda beş kişiydik; Pür dikkat, gülümsemeden tavşanı izleyen İlyas, masanın başında kendisine yeni yılda ölüp ölmeyeceği bahsini koyup fal bakan Tuna ve onu büyük bir ciddiyet ve endişeli gözlerle izleyen Arif –belki de arkadaşını kaybetmekten korkuyor- bir de pencerenin önünde örgüsünü ören Pamuk ve ben. Rutubetli sarı duvarlar, oyulmuş ahşap mobilyalar ve gölgeli; kırışık suratlarımızla; durgun, karamsar bir Goya tablosu gibi görünüyor olmalıydık.

Mutsuzluk, seksen üç yaşında tanıştığım bir kavram değildi. Çoğu hatıram artık benim için sisli bir otoban netliğindeyse de, anımsayabildiğim his kesinlikle neşe değildi. Ama yine de her şey daha iyiymiş eskiden, bunu yaşlandığınızda anlıyorsunuz. Eskiden şikâyet ettiğin birçok şey yaşlanınca anlamını yitiriyor ve "daha ne kadar boktan olabilir?" dediğin her şey, daha da boktan oluyor. Evren tam bir dalgacıdır, sizle alay etmeye bayılır. İhtiyarlıkta dilediğin gibi içemiyorsun; sevişemiyorsun, koşamıyorsun. Yani bir şeyi ya yapamıyorsun ya da seni tatmin edeceği ölçüde yapamıyorsun. Geçtiğimiz pazartesi kaybettiğimiz arkadaşımın dediği gibi; gözüm görüyor, aklım eriyor fakat gücüm yetmiyor. Yaşlılık, uçurumun kenarındaki dar bir patikada yürümek gibiydi. Her şeye rağmen, kendime baktığımda fena durumda değildim. Kırkımdan beri yaşımı kabul etmiyordum ama bunla beraber kendimi hoyrat da kullandığım hâlde, fena durumda değildim. Kıstasım, yarısının altına sıçtığı bir huzureviyken iyi olmak ne demekse, o kadar iyiydim işte.

“Bu sefer ne örüyorsun bakalım Pamuk Hanım?” deyip sandalyeyi yanına çektim. Zayıf olmasına rağmen tombik olan elleriyle, havalanacakmış gibi döndürüyordu şişleri. Son derece zarif, yaşına göre oldukça düzgün fizikliydi. Gözlüklerinin üzerinden gülümseyerek soluk kahverengi gözleriyle bana baktı. Bigudiler; beyaz, bebek saçı gibi yumuşak ve ince telli saçlarının uçlarında sallanıyor, bu da ona ayrı bir sevimlilik; kanaatimce güzellik katıyordu. Gençken de böyle muzip; sevimli, doğal kadınları çekici bulurdum.

“Torunuma eldiven,” dedi gülümseyerek. “Torunum” derken böbürlenip dudaklarını büzmüştü. Onun sadece var olmasından gurur duyduğu her hâlinden belliydi. Bu duyguyu bilmiyordum; torunla övünme duygusunu. Bazı duyguları hiç tatmadan, onlara yabancı olarak ölecektim.

“Ne hoş,” deyip gri gökyüzüne baktım. Düz renk gökte siyah lekeler gibi görünen kalabalık bir karga sürüsü, bağrışarak telaş içinde gözden kayboldu.

“Ne düşündüm biliyor musun,” dedi düşünceli düşünceli. “Ben hiç gece denize girmedim.” Tekrar gülümseyip bana baktı, buruk bir gülümsemeydi bu kez dudağına ilişen. “Bir sevgilim bana demişti ki…” Ayıp bir şey söylemiş gibi utanıp kikirdedi. “Gece tüm yıldızlar denize yansırlar, içine girip de suya baktığında sanki uzayda yüzüyormuşsun gibi, ışıl ışıl tüm yıldızlar yanındadır.” Gözleri heyecanla açıldı: “Uzay denizi...” dedi. Her şeyi unuturken, bunu hatırlaması garibime gitmişti.

“Ben çok kez girdim gece denize,” diye gülümsedim. “Sanırım.” Buruk gülümsemesi yüzüne yapışıp kalmıştı, bir süre bana baktı. Sonra tekrar örgüsüne döndü. Onu neyin üzdüğünü anlayamamıştım.

“Bunu hiç göremeyeceğim,” dedi. Tekrar bana dönüp: “Gece denizin uzaya benzediğini göremeyeceğim.” Duraksadı. “Bu beni biraz üzüyor,” dedi. Normalde kısa ama iki kişi sohbet ediyorsa uzun sayılacak bir aralık sustuk.

“Belki girersin, neden olmasın Pamuk?” dedim.  Boynunu büküp bana baktı.

“Ah sen, hep böylesin işte,” dedi alaycı bir sesle. “Buradan mutfağa kadar yürüyemiyorum, dalga geçme benle. Bazı şeyleri zamanında yapmayınca, yapma şansını kaybetmiş oluyorsun,” dedi. Sesi sitemle titredi. Kendine kızıyordu. Keşke bir bira olsa diye geçirdim içimden. Gençlik zamanlarımdan kalma bir alışkanlık, bir kadınla dertleştiğimde aklıma muhakkak içmek gelirdi. “Sen neden hiç evlenmedin ki? Şimdi senin torununa da eldiven örerdim, ne tatlı olurdu. Dedesine çekip çok güzel bir çocuk olurdu hiç şüphesiz,” deyip mahcup, bana baktı.

“Belki de doğru kişiye hala rastlamamışımdır Pamuk Hanım,” dedim ciddiyetsiz bir ifadeyle. “Ayrıca bir yerlerde benden habersiz torunlarım olabilir, onu bilemem” deyip gülümsedim. Tepki vermedi, elindeki işine döndü. Neden evlenmediğimi iki ayda bir sorardı.

“Hiçbir zaman ciddi değilsin,” dedi. Gençliğimden tanıdık gelmişti bu cümle. Örgü örmeyi yine bırakıp parmağıyla, üzerine pudra şekeri gibi kar serpilmiş bahçedeki çam ağacını işaret etti. “Şu ağaç niçin böyle dilek ağacı gibi süslenmiş? Yoksa o bir dilek ağacı mı?” diye heyecanlandı.

“O bir dilek ağacı değil, yılbaşı için çocuklar süslemişlerdi ya hani geçen haftaki ziyaretlerinde” dedim. Bu soruyu dün de sormuştu ve bu cevabı dün de vermiştim.

“Uğ…” diye bir ses çıkartıp parmağını ısırdı. “Peki ya yılbaşı ne zaman?” diye fısıldadı.

“Yarın,” diye cevapladım. Bir şeyleri hatırlamaya, söylediklerime anlam yüklemeye çalışan gözlerinin küçük bir bebekten farkı yoktu.

“Demek yarın,” deyip derin derin iç çekti. Örgüsüne geri döndü, üzgün görünüyordu. “Büyük Ada’da bir yılbaşı kutlamıştık bir keresinde, Nazım da vardı, bütün arkadaşlarımız vardı. Hepsi, herkes... İçmiş, danslar etmiştik sabaha dek. Çok, çok güzel bir gündü. Bir daha öyle bir yılbaşı yaşamadım.”

“Ne güzelmiş,” dedim.

“Hepsi öldüler,” dedi. Bir süre bakıştık, sonra aynı anda ben cama, o da örgüsüne döndü. Belki de tüm bu kayıplarını unutsa onun için daha iyi olacaktı. Konuşmadan git gide hızlanan karı izledim. Kısık sesli de olsa Bugs Bunny’nin neşesi, sanıyorum bu odayla muazzam bir tezat yaratıyordu şu an. Masadan kalkan Arif başı önde, ayaklarını sürüye sürüye odasına çıkan merdivenlere yöneldi, karanlık gözlerle bana bakıp. Keyifsizdi. Ne olduğunu sorar gibi ona baktım.

“Tuna,” dedi. “İskâmbil falında öleceği çıktı.”

Herkesin mutsuz görünmesi bir yana, herkes ölmek üzereydi burada. Kayıpları, yapamadıkları, pişmanlıkları, hala yapmak istedikleri kafalarında çığ gibi büyümüş olan arkadaşlarımla hayat sürmek, en basit tabiriyle zordu. Kendimi geçmiştim, onlar için bir şeyler yapmak istiyordum. Geleceğimiz yoktu, hiçbir zaman olmamıştı zaten. Geçmişimize sarılmayı denemek de boşunaydı, çoktan gitmiş bir şeye sarılamazdınız. Damlalar damlatıp, gözlükler takarak görmeye çalıştığımız şu an; kumlu, bulanık bir görüntü de olsa sahip olduğumuz tek şeydi. Uzun uzun düşündüm camın önünde. Aklıma bir şeyler gelmişti.

Gençken eve döndüğüm vakitlerde, yani hava henüz aydınlanmaya başlarken uyanıp sakal tıraşımı oldum. Sadece doğum günü, kutlama gibi özel günlerde kullandığım kolonyamı süründüm. Bayramlık takımlarımı çektim. Aynanın karşısında bir süre kendimi inceleyip, titrek ellerimle elbisemi silkeledim. Avuçta sıkılıp hırpalanmış buruşuk bir kâğıt gibi görünen suratım dışında gayet iyiydim. Telaşlı ama küçük adımlarla görevlinin yanına gidip çıktığımı, vaktinde geleceğimi haber verdim. Dudağımın kenarına minik, salak bir gülümseme yerleşmişti. Huzurun zihinlerde yarım yamalak anılar olarak kaldığı bu eve, akşam için bir sürpriz yapmaya karar vermiştim. Büyük Ada’daki o kutlama artık hüzünlü bir hatıra olmayacaktı Pamuk için… Kim bilir, belki de bu yaz gece denize de gireriz diye düşünüp kendi kendime yaramaz bir çocuk gibi güldüm.


Kar, özenle serilmiş düzgün bir çarşaf gibi yeryüzünü örtmüştü. İncitmekten korkar gibi, ürkekçe bastım. Kimsecikler yoktu. Karlar, her adımımda eski gacırtılar çıkarıyordu. Sulanmış, kirli, vıcık vıcık olan kar güzel olmazdı ama şimdiki, bir anlığına on yaşıma geri dönmüş gibi tarifsiz, sebepsiz bir sevinçle doldurdu içimi. Hoş bir yumuşaklığa basmasam ve ihtiyar suratıma öper gibi çarpan tanecikler olmasa, kış olduğunu anlamazdım; hava kırılmıştı. Uyuyan sokağın çalar saati kepenkler, rahatsız edici bir gürültüyle kalkmaya başladılar. Patilerini birkaç adımda bir kaldırıp silkeleyen kedi, çöp kutusuna atlayıp kayboldu. Hemen ardından büyük bir köpek telaşlı adımlarını güçlükle karlara batırıp çıkartarak koşar adım yanımdan geçip gitti. Yiyecek bir şeyler arıyordu. Uzun yıllardır üzerime karabasan gibi çökmüş olan umutsuzluk, bir kar yağmasıyla mı geçecekmiş diye şaşkın şaşkın bakındım. Sadece kar değildi elbette, yaptığım plandı beni neşelendiren. Önce aceleyle maaşımı çektim, sonra da hedefime ilerlemeye devam ettim. Biraz dalgın, çokça heyecanlı ilerlerken, gözüme ilişen tabelayı az daha fark etmeyecektim: Çiçek Bar.

Öylece durdum kaldırımın ortasında. Henüz yirmilerimize yaklaşırken, bütün arkadaşlarımla; o neşeli, dalgacı heriflerle sürekli gittiğimiz meyhanenin adı da buydu. Toprağın altındaki eski, tozlu bir kalıntıya benzeyen anılarım birdenbire gün yüzüne çıkıvermişti. O kadar uzun zaman olmuştu ki, hatırlamaya çalışırken yaşlı beynimin bozuk bir adaptör gibi ısındığını fark ettim. Tabelaya, eski bir dosta rastlamışım gibi selam verip gülümseyerek, sulanmış gözlerle baktım. Hatıralarım uzun zaman önce, çok çok uzak bir galakside yaşanmış gibiydi. Ani bir kararla karşıya geçip içeri girdim. Gençken hayati kararlarımı da ani alırdım. Saat erkendi, kambur ve titrek bir zombi gibi göründüğümün de farkındaydım. Barmen şaşkın, bana baktı.

“Hoş geldin dayı” dedi, ‘hay’rola?’ der gibi bir tonla.

“Hoş bulduk evlat,” dedim. Gözüme iliştirdiğim, köşedeki masaya doğru tutuna tutuna gidip oturdum. Saat ona geliyordu, uykulu gözleriyle akşamdan kalma olduğu belli olan barmene işaret parmağımı kaldırıp: “Bir fıçı bira, hehe” dedim. Zelzeleye tutulmuş yamuk bir çınar ağacını andıran parmağım, heyecanla bir süre havada asılı titredi. Barmen tepkisiz, beni süzdü. Belki de oracıkta öleceğimden korkuyordu ama buna hiç niyetim yok. Çaresiz, birayı doldurup getirdi.

“Kaç yaşındasın sen dayı, maşallah…” dedi kinayeli.

“Bi' biranın maşallahı mı olur, soda niyetine içiyorum ben bunu. Seksen üç yaşındayım,” dedim.

“Kaç senedir içiyorsun?” dedi yağlı tezgâhı silmeye geri dönerken. Bir yandan karşımdaki masadan akşamdan kalma kurumuş meze tabaklarını topladı.

“Altmış sekiz yıldır içiyorum evlat,” dedim. Gözlerimi kapatıp ilk yudumu çektim. Boğazımdan aşağı sihirli bir çağlayan gibi dökülüverdi soğuk bira. “Oooh,” diye mırıldandım. “Çok şükür.” Uzun zamandır içmemiştim. Malum, içeride içki yasaktı. Nadiren dışarı çıktığım zamanlarda da pek içmez, açıkçası kaldıramayacağımdan da korkardım. Doktorum içkiyi bırakmamı söyleyeli de bir yirmi yıl kadar olmuştu herhalde. Acele acele, tadına varamadan, anlayamadan bitmişti biram. Gevrek gevrek gülümsedim. “Bana bir bira daha evlat!” diye bağırdım. “Bir de şu müziğin sesini aç…”

Fil hafızasını zorlayacak kadar uzun bir zaman sonrasında, aynı isimli meyhanede, bunca aranın ardından tek başıma bira içiyorum. Gözlerimi kapattım. Müzik ruhuma masaj gibi gelmişti, Zeki Müren’le elimde biram, dansa kalktığımı sandım bir an. Tüm o arkadaşlarımla, hep birlikte üstesinden geldiğimiz, dalga geçtiğimiz, dertlerimizi ufaladığımız masalarda, şimdi tek başımayım. Meyus bir son neferdim, belki bu da son nöbetimdi. Gözümden aşağı yuvarlanan bir tuz damlacığı, fıstık tabağının içine düştü. Yüzlerin hepsi gözümde canlanmıyor ama hepsinin seslerini, kahkahalarını duyuyordum. Sanki benle beraber masaya oturmuşlar, bağıra bağıra gülüyorlar eskisi gibi. Havaya kaldırıp çarpıştırdığımız bardaklarımız; bizi ezmeye, incitmeye çalışan her şeye karşı dalga geçerek kazandığımız bir zaferdi ve o bardaklar bir daha bir daha dolacak. Ve biz yine kahkahalar atıp her şeyle dalga geçeceğiz. Hepsi benle şimdi masada oturuyorlar. Gülüyorlar, duyuyorum.

Masanın ucuna tutunup, doğrulmaya uğraştım. Barmen bana doğru hareketlendi ama elimle dur yaptım, asla böyle bir şeyi kabul edemezdim. Sarhoşluk değil, yaşlılıktı zorlanmamın sebebi. Keşke sarhoşluk olsaydı. Ama yine de hafiften başım dönmüş, bir hoş olmuştum. Mutlu anılar daha sonrasında tam zıttı bir duyguyla, böğrüne saplanmış bir mızrak gibi anımsanıyordu. Bu yüzden fotoğraf bakamıyordum; tüm fotoğraf albümlerini saklamıştım. Fotoğraf, kayıptı çünkü. Fotoğraftaki gitmiş ya da ölmüş olabilirdi. Hâlâ yanındaysa bile, bu sefer de yitirdiğin şey o fotoğraftaki neşen oluyordu. Bunların hiçbiri değilse de, zamandı. Değişmeyen tek şey, fotoğraflarda istisnasız biçimde bir kayıp olmasıydı. Kambur, iri vücudum için fazla eskimiş olan dizlerimi ovalayıp kalktım, biraları ödedim. Kar, yeniden başlamıştı.

Bizim markete sonunda varabildim. Tanıdıklara uygun fiyata kaçak içki satan bir yerdi burası. Bir şişe Jack, bir şişe Jager, bir Yeşil Peri aldım. Elbette kuru yemiş ve çikolata da; çocuk gibi, görüp özendiğim her şeyi aldım. Tuna’ya sürpriz yumurta attım poşete, bunadığından beri çizgi film ve oyuncağa bayılıyordu garibim. O ayın maaşını tezgâha bırakıp, heyecanla çıktım. Son bir yere daha uğrayıp eve gidecektim. Sürekli “hehehe” diye istemsizce gülüyordum. Nasıl sevineceklerdi; bizi kurumaya yüz tutan bir saksı çiçeği yapmak isteyen hayata ve huzurevine inat, eski günlerdeki neşemiz ve gücümüz olmasa da, ehvenişer bir yılbaşı gecesini hepimiz hak ediyorduk. Biz daha ölmemiştik.

İki poşet ve saf bir sırıtışla içeri girince; meraklı bakışlarla karşılandım. Gülümseyenler, alkışlayanlar; sanki bir anaokuluydu içerisi. İlk önce herkese aldığım kar kürelerini dağıttım. Aklıma başka bir şey gelmedi diye hayıflanmıştım ama zannettiğimden çok daha fazla sevindiler. Yanıma gelen görevli:

“Oo, bunlar da ne böyle” dedi. Ama asıl amacının poşeti kontrol etmek olduğunu biliyordum. İçkilerin hepsi parkamın iç ceplerindeydi. Eskiden de devlet yurduna gizliden içki sokup içerdim, hatıralar silinse de tecrübe ve huy sabit kalıyordu. Önce kar küresini uzattım.

“Al bakalım bu da senin,” dedim gülerek. “İşte kuru yemiştir, koladır aldım bir şeyler, akşama yer, otururuz diye düşündüm” dedim.

“İyi yaptın da dedem, masrafa girmişsin, vardı burada da kuru yemişimiz yahu,” dedi. “Bakın nasıl seviyor sizi!” diye ihtiyarlara döndü. Sağ olsun, Allah razı olsun, mırıltıları yükseldi. Ağlayanlar bile vardı. “Hey gidi Hızır Baba,” deyip omzumu sıvazladı Tuna’nın buruşuk eli. Dişsiz ağzıyla gülümseyerek, diğer elinde tuttuğu kar küresi ve sürpriz yumurtasını sallıyordu. Belki de Noel Baba demek istemişti. Elini sevdim.

“Haydi, tatava yapma bakalım tamam,” diye poşetleri eline tutuşturdum görevlinin. “Al bunları dolaba koy, ben de bir odama çıkayım,” dedim. Odaya çıkarken Pamuk’la göz göze geldik. İçi gülen safderun, dolu gözlerle bir bana, bir kar küresine bakıyordu. Bunca zaman sonra bana yabancı bir duygu göğüs kafesimi titretti. Gülümsedim.

Akşam yemekten sonra, görevliler gidene dek televizyonun karşısında kuru yemişlerimizi, pastalarımızı yedik. Herkese bir sürprizim olduğu haberini yaymıştım, kulaktan kulağa. Çocuksu bir merak hâkimdi eve. Birkaç kişi dayanamayıp yattı erken vakitlerde, hastaydılar. Kalanlarla birlikte, saat on gibi herkesi etkinlik odasına topladım. Munis gözlerle, merak içinde bana bakıyorlardı. Kimisi hâlâ elinde sımsıkı kar kürelerini tutuyor. Masanın altından çıkardığım poşeti açıp şişeleri çıkardım.

“Eveet,” dedim. “Şimdi kim Jager ister, kim Jack, kim Yeşil Peri?” Hepsinin gözleri açıldı, masaya birer adım daha yaklaştılar. Çoğu gülmeye başladı, bazıları gözlüklerini taktı. Şişelere ürkekçe dokunanlar oldu. Durumdan hoşlanmayan birkaçı söylenip tövbe çekerek odasına döndüler. Gübre herifler. Pamuk, beyaz bir kuğu gibi ağır ağır yanıma gelip:

“Sorun olmasın…” dedi fısıldayarak.

“Sorumluluk bende, sıçarım onların şarap çanağına!” Sıçarım demeseydim keşke diye düşündüm. “Pardon, hehe.” dedim. Gülümseyip kolumu sevdi. Odadan uğultu hâlinde gülüşmeler, şakalar yükseliyordu. Koşa koşa takma dişlerini almaya gidenler, viski istiyorum, bana yeşilinden koy, diye bağıran kırçıllı, heyecanlı seslerle dolup taşmaya başlamıştı içerisi. Bu neşe ve heyecana amatördük, elimizi ayağımızı nereye koyacağımızı bilemiyorduk, üzerimize oturmuyordu sanki. Herkese istediği içkiden koyup ilk kadehleri tokuşturduk. Titreyen ellerden, bardakların yarısı daha içmeden boşalmıştı ama olsundu.

Anılar, kötü şakalar, gözyaşları… Volkanik bir dağ gibi duygu patlamaları yaşandı sırayla. Pamuk, gece boyu yanımda oturdu, ara ara anlattığım şeyleri dinlerken “ilahi!” deyip koluma dokundu. Beni onayladıkça daha çok içtim. Arkadaşlarımızdan sızan, yerlere yığılan, tuvalete kusanlar olmaya başlayınca; daha da keyiflendim. Tıpkı eski günlerdeki gibiydi her şey. Biz Pamuk’la viski içmiştik, onun dışındaki şişeler de dibe yaklaşmıştı. Gidip gelmeye başlayan kafam, yarı işleyen ağzımla bütün gece Pamuk’a ne anlattım bilmiyorum ama ayağa kalkıp yanağımdan öptükten sonra odasına gidişini sanırım ölene dek unutmayacağım. Sulu bir viski doldurup kafama diktim. Başım hoş olmayan bir biçimde dönüyor, dönüyordu. Birkaç feryat işittim fakat bakmaya mecâlim yoktu. Sanırım düşüp bir yerlerini kıranlar oldu. O sırada havai fişekler patlamaya başladığında yeni yılın geldiğini anladım. Başarmıştım, gururla gülümsedim. Bize dayatılan tüm bu saçmalıklara ve ölümcül yalnızlığımıza inat, eski günlerdeki gibi bir gece yaşamıştık.

Sabah birileri boğazlanır gibi, öyle acı bir vaveyla basıldı ki, panik içinde uyandım. Balyoz inmiş kafamı ovalayarak, kanepede ters dönmüş bir kaplumbağa gibi debelenirken genç bir hemşire koluma girip doğrulmama yardım etti. Etrafta telaşlı, acı bir koşuşturma, yerlerde arkadaşlarım, boş şişeler… Neler oldu, anlayamıyordum ama içimi ölesiye bir korku kapladı.  Arif ağlıyordu.

“A- Arif… Neler oluyor yahu?” diye bağırdım.

“Tuna,” dedi Arif. “Ölmüş.” Elinde Tuna’nın sürpriz yumurtasından çıkan oyuncağı tutuyordu. “Gece bu oyuncağı verdi bana, yapamıyorum, yap diye. Sabah yaparım şimdi kafam iyi dedim. Yapıp getirdiğimde…” Gözyaşlarına boğuldu.

Huzurevinin sahibi, yavrularını kaybetmiş bir hayvan gibi panikle oradan oraya koşuşturuyordu. Gözleri bana takılınca durdu, suçlar gibi bakıyordu. Ağzım açık, gözlerim patlamış, korku filmi izler gibi evi izliyorum.

“Ah be dedem, sen soktun değil mi bu içkileri buraya… Ah ki ne ah, vah ki ne vah!”

“N’olmuş,” dedim fısıltıyla, suçumu bilir gibi. Kafam uyuşmuş, kulaklarım uğuldamaya başlamıştı.

“N’olmuşu mu var? Dört kişi komada, iki yaşlımızı kaybettik. Yeşil Peri nedir dede? Allah’ını seversen Yeşil Peri ne ya? Ihlamur içer gibi çekmiş herkes. Aah, kapatacaklar huzurevini. Battık! İyi bok yedin!” dedi. Şok olmuştum. İnsan ölecek kadar içer miydi, duracağı yeri bilmez miydi? Tuna gençken de içmeyi bilmiyordu. Ama şimdi bunu söylemenin sırası olmadığına karar verdim.

“Vay vay vay…” diye iç çektim. “Diğeri kim evladım?” dedim korkuyla. Bir yandan sedyeyle dışarı çıkarılan arkadaşlarıma; ölüm hareketliliğine bakıyordum.

“Neyin diğeri?”

“Biri Tuna amcan, diğeri kim evladım?” dedim korkuyla. İçimi çöl gibi kupkuru bir sıkıntı kapladı. Bir yandan hemşire kızcağız tansiyonumu ölçüp “sakin ol amca” diye beni eğliyordu.

“Pamuk teyze” dedi.

Bir kaya gibi hareketsiz, soluk, yalnız, öylece durdum. Kaburgamın altından beynime doğru bir sancı, kapkara bir acı yükseldi. Gece beni öptüğü koltuk, kaptanı ölmüş eski, çürük bir tekne gibi duruyordu pencerenin önünde. Başım dönmeye, gözüm kararmaya başladı. Olanı biteni hâlâ anlamlandıramadığım için ağlayamadım. Hemşirenin yumuşak ama endişeli sesi “Amcacım, iyi misin?” diye yankılandı kafamda. “Arkadaşlar, sedye!” İçimde yıllar sonra sahte bahara aldanıp çiçeklenen ağaçlar, tüm yapraklarını döküverdi. Kar hâlâ durmaksızın yağıyordu. Pencerenin pervazına konan bir yoz güvercin ekmek arandı, bu sabah bir şey koyulmadığına küskün gibi, içeriyi süzdü. Bakıştık...