Biz köksüzler için “ev” konusu dokunaklı mevzudur. Ana rahminden tutun hatta daha geriye gidelim portakalda vitamin olduğumuzdan beri hep bir kese içinde ikamet etmekteyiz. Atom çekirdeği, yer küre, stratosfer, andromeda, kainat, kangru yavrusu, keseli sıçan, fetüs, canlı cansız her olgu tabiiyette birer ev sahibi. Kaldı ki ölünün bile evi var, mezar.Evren kelimesinin dahi “ev”den türediğini fark edince “Hurufilere” bir selam çakmadan geçemeyeceğim. (Bkz. Hurufilik -vikipedia: Harflerle rakamlarda tabiat ve hadiseleri etkileme gücünün bulunduğu iddiasına dayanan ilim) 

“Ev” yani barınak, sığınak, korunak. Fiziki koşulları, nakdi imkânlara göre değişen, kimi yalı, kimi konak, kimi gecekondu, kimi cami bahçesi, kimi vakur ve haşmetli, kimi eski, yıkık, ama bir şekilde ayakta. İnsanoğlunun tohumdan sonra toprağa ektiği yegâne nimeti. Periyodik tabloda karbon elementi kadar hayati. Su gibi aziz. Kimi turşu bidonları, reçel kavanozları, yapay çiçekleri, kulpu kırık dolapları, çatlak sütunlarıyla mesut, kimi ahşap merdivenlerinden denize açılan kapıları, antika vazoları, barok tabloları, ceviz masaları, envaiçeşit süs bitkilerinden mütevellit cennet bahçeleriyle bahtiyar. Kimi bir statik harikası, kolonları Ayasofya kadar sağlam, tavanı yüksek, (günümüze dair bir yazı olduğu için eklemekte beis görmüyorum) ısı yalıtımlı, doğal gaz faturası ana kucağı gibi şevkatli. Kiminin gövdesi paslı demir, deniz kumuyla marazlı, rutubet yeşili duvarları ve çelimsiz vücutlarıyla çetin bir ayakta kalma savaşı içinde. Taş tuvaletleri, duşakabinsizbanyoları, getirip koca bir meşe ağacını yaksanız birkaç saat içinde yine buza kesen odalarıyla tasasız. Evler… Sait Faik’in Burgaz adasında beyaz badanalı, Hüseyin Rahmi’nin eski İstanbul’unda ahşap cumbalı, tahta panjurlu, Yaşar Kemal’in Çukurova’sında kerpiç duvar, toprak damlı, memurununkikaloriferli, sıcak sulu, marabasının elektrik kaçaklı, sobalı evleri. Yeryüzünde parmak izi kadar çeşitli, dip dibe, üst üste,içlerinde doğulan, içlerinde ölünen, fakat zaman trenine hiç binmeyen, en fazla sıvası dökülen, demiri çürüyen daimi bir istasyon, biz fanilerin bekleme odaları. Penceresine kapısına şiirler yazılan, kimi zaman duvarlarından dile gelip konuşması beklenen, kiminin zindanı, kiminin Kâbesi olan yani yaşamın birinci dereceden cansız şahitleri evler. Peki ya içindekilere ne vaadeder tüm bu cism-i saadet? Pahalı takımlar, manzaralı salonlar yahut gariban mutfakların içine sığdırdığımızhayatlarımızla muktedir hisseder miyiz kendimizi? Yorgun bir akşamüstü başımızı gömdüğümüz yumuşak yastık, diz yapmış pijamalarla girilen yatak, huzursuz düşünceleri kovar mı zihnimizden, “ev” sûkun bulduğumuz yer midir? Sakinleştirir mi bizi, arındırır mı? Gerçekte içinde olduğumuz yerle hayalinde huzur bulduğumuz ev aynı mıdır?

 

Şüphe yok ki bir Ortadoğulu olarak babadan oğula bir saltanat şeklinde devam eden ev sahibi olma geleneğimiz günümüzde de geçerliliğini sürdürüyor. Şansı olana birilerinden miras kalıyor, bahtsız olana ömürlük mortgage kredisiyle kucak açıyor. Kız isteme merasimlerinde damada evi soruluyor, yok ise düğünden sonra çiçeği burnunda çift, gram altınlarına kadar satarak bu kutsi görevi ifa etmeye çalışıyor. İşe giren evsiz kişiye parasını çarçur etmemesi, kira öder gibi taksit ödeyerek bir an önce ev alması salık veriliyor. Örnekler çok tabi fakat meselemize gelirsek dört duvarı uğruna sevmediğimiz şehirlerde, sevmediğimiz işler yaparak ömür çürüttüğümüz bu “şey”e sahip olmak yetiyor mu? Tapu müdürlüğünde kayıt altında imza attığımız o kağıt evimizin kilidini açıyor mu sahiden? Atalarımız niçin “ev alma, komşu al” demişler mesela? Evden gelmeyecek hayrı komşudan beklediğimiz için mi? Aranılan huzura L koltuklu salonumuzda, yerden ısıtmanın verdiği rehavette değil de bisküvi çay ve ekseriye mahalle dedikoduları eşliğinde komşudan medet umarak mı ulaşılabiliyor? Altın günleri, beş çayları, iftar davetleri, konken partileri, biteviye evi doldurup boşaltmalar ne için? Tapusu karşılığında ömrümüzü rehin verdiğimiz evimizde yalnızlığımıza bir kefil bulmak mı derdimiz?

En küçük tatil fırsatına akbabalar gibi üşüşmelerimiz, “gitmek” için fırsat kollamalarımız, yol güzellemelerimiz, Jules Verne’den ithal dünyayı gezme hayallerimiz, anksiyetelerimiz, ay ev basıyorlarımız, daha kredisi bitmemiş yetim “ev”lerimize nankörlük değil mi? Ayıp etmiyor muyuz? Nerede neyi arıyoruz? 

Yeni trend new-age akımları sosyal medyamızın şatafatlı anasayfalarına lapa lapa yağıyor. Orman kuytularında yoga dersleri, dolgun bir ücret mukabilinde katılınabilen bilinçaltı temizleme seansları, aile dizilimleri, efendime söyleyeyim ısıtmalı havuzlarda nefes egzersizleri, Einsten’ı yalnızca dil çıkaran fotoğrafıyla tanıyanların kuyruğa girdiği kuantum terapisi çılgınlıkları. Dahası ve dahası. Herkes bir yerlerde kendini aramakla meşgul. Geçmiş travmaları, gelecek kaygıları yakamızı bırakmıyor ki, evin yolunu bulabilelim.Mesela basit bir önermeyle “ev” kendimizi bulduğumuz yerdir diyebiliriz değil mi? Oysa, dünya var olalı beri en çetin saklambaçtan bahsediyoruz. Hem ebesiyiz oyunumuzun hem saklananı. Aksi gibi kurallardan da muafız. Saklanacak yerlerde sınır tanımıyoruz. Yani yer bulamayınca eve kaçmak cabası. Eve kaçmış bir saklananı, en cevval ebe bulamaz bilirsiniz. Daimi bir kaçış ve arayış içinde olan insanın kendini bulması, yani kendisinin hem kaçanı hem arayanı olması, Shrödinger’e yumruk ısırtıp, kedi vurduracak bir paradoks kanımca. Ve bu kovalamaca içinde belki de asıl evimiz olan hayat odasını yalnızca yatıp kalkmak için kullanıyoruz.

“Ev” hissettirdiği duygular itibariyle “anne” sözcüğüne eşdeğer bir anlam taşıyor benim için. Her ikisi de zihnimden ruhuma yayılan özdeş bir sıcaklığa sahip. Şefkatli, merhametli bir duyumsama. İnsanı derinden yakalayan, çevreleyen bir konu.

Mesela son yıllarda tatil, otel, restoran reklamları, “İnsanı evinde hissettirecek” modern pazarlama tekniklerini konu alıyor. Fakat “sad but true”, odalar ne kadar temiz, yemekler ne kadar lezzetli olursa olsun yine de kendimizi evde hissedemiyoruz. Çok istememize rağmen bu sahte oyun,sevimsiz soğukluğuyla heveskâr bünyemizde yine bir hayal kırıklığı yaratıyor. O halde İnsanı ne evinde hissettirir? Yalnızca kendisinin kullandığı havlular mı mesela, kendi tuvaletinde uzun uzadıya sosyalleşmek mi? (wc’de instagramagirmeyen de ne bileyim :) dibi yağ tutmuş tenceresinde yaptığı yemek mi? Kendi pisliği, kendi saç teli, kendi solmuşnevresimi mi? Evet, tatil dönüşlerinde tüm bu özlediklerimiz bizi birkaç gün idare ediyor. Sonrası yine aynı terane. Sanki bir eksiklik, böyle bir tatsız tuzsuzluk, ne idüğü belirsiz bir boşluk, olmadık zamanlarda peyda olup, beyni sorgu sual diyarına yolcu eden bir arayış. Peyami Safa “yalnızız” demiştikitabında, oysa bizler “huzursuzuz”. Yalnızlık işte bu huzursuzluğun neticesi. Tümevarımı. Aynı çatı altında anlaşılamamaktan huzursuzuz, gelişen teknolojinin her geçen gün bizden aldığı konuşabilme yetimizi kaybettiğimizden huzursuzuz, sosyal medyada sahte saadet tablolarına bakıp attığımız kalpler, kalbimizin envanterinden düştüğü için huzursuzuz, tabiata, ağaca, denize protokol koltuklarımızdan baktığımız için, gerçeklikten kopmamak için verdiğimiz mücadelede yorgun düştüğümüz için huzursuzuz. Haliyle bu iç savaş süresince, tutup sırça köşk verseler bizler yine “evsiz”iz. Ters orantılı bir Bülbül-altın kafes meselesi. Bülbülün derdi kafesten çıkmak, bizim derdimiz kafese girmek, “ev”deolmak. 

Tezer Özlü “Sürekli gitmek istemek de, bir yerde, hiçbir yerde olmak istemek değil mi?” diye soruyordu. Nuri Bile Ceylan ise “Mutsuz ruhlara mutluluğun bir başka diyarda, uzaklarda olduğunu düşünmek iyi gelir.” Diyor. Her iki sözü limbiksistemden geçirdiğimde şu sadede geliyorum: Mutsuzluk bizden daimi bir sürgün yaratıyor. Vatansız, topraksız, köksüz. Nereye gitsek gurbet. Yani içinden gitmiş birine yer beğendirmek güç. Hem ebe olup hem kendimizi bulmak zor.Şimdi tam huzur islamda yazılacak an. Ama ne yazık ki galiba huzur inançta. Gerçeklikten kopma sancımızın mihenk taşı bence inançla bağlarımızın kopması. Keşke bir şeylere inanabilsek. Tevfik Fikret’in zihnime kazınmış bir cümlesi vardır. Der ki “inan da taşa inan.” Neslimizi tarih boyu ayakta tutabilen ne kadar manevi değer varsa erittik. Sürdürebildiğimiz yetiler maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin ilk basamağı. Hadi onu da yazayım. Nefes alma, yemek, boşaltım, cinsellik, uyku, sağlıklı metabolizma. Son üçünün sürdürülebildiğinden emin değilim. Yani demem o ki modern çağın “özgür bireyleri” olarak yaşam döngümüzün, ilkel insan rutininden hiçbir farkı yok. Tutup burada kendimizle barışalım, yoga yapalım, huzur bulalım diyecek değilim. Derdim bir tespit yapmak ama başarabileceğimi de sanmıyorum. 

Toparlamam gerekirse bu konu yani “ev” metaforundan yola çıkarsak aidiyet konusu, kendimi bildim bileli, zihnimde Niagara şelalesini kıskandıracak boyutta bir düşünce akışına sahip. (sahi herkes bizi kıskandı ama hiç Niagara şelalesinden bahsedilmedi. Bence Niagara şelalesi de bizi kıskanıyor. Irmağımızın akışına kurban olsun. Gitsin ötede şırıldasın) iğrenç geyiğime burada son verirken son olarak şunu belirtmek isterim ki, kök salmaktan korkmamızın, ait olmak arzusuyla yanıp tutuştuğumuz halde zırhlarımızı hala dirençle üstümüzde tutmamızın, yaşadığımız evlere, çevremizdeki insanlara yabancı olmamızın, elbette hepsinin haklı sebeplerivar. İşte biz bu sebepler yüzünden geçmişin yakını, bugünün yabancısıyız. Tıpkı Albert Camus’nun Meursault’u gibi. Genetiğiyle oynanmış bir mısırın bunu fark edip kendisine üzülemeyeceği gibi, biz de kendi yabancılaşmamıza üzülüp hayıflanamayız. Zira bu halimizi ziyadesiyle kanıksamış durumdayız. Her sabah aynada gördüğümüz Meursault’lar, ne bankalarla ne de ev kredileriyle ilgileniyor. Başını yaslayacak omuz arayışından da vazgeçmiş durumdalar. Kayıtsızlıkla harcadıkları zamandan başka mal varlıkları da yok.

Ama yine de “Yuva” romantizmi, muhtemelen her çağdaütopyasını sürdürmeye devam edecek. Her daim tutunacak kadim bir dal olan bu uğurda, kimileri Hindistan yolculuğuna çıkacak, kimileri Arafatta ter dökecek, kimileri Kamboçya tapınaklarında sessizlik orucuna niyetlenecek. Hepsi hayallerinin bir köşesine çerçevelenmiş o “müstakbel ev” fotoğrafının yüzü suyu hürmetine yola devam edecek. Ne diyelim, orada bir “ev” var uzakta. Gitmesek de, görmesek de o “ev” bizim evimizdir.