Ezel ve Ebed

Nerede olduğunu bilmiyordu. Şehrin bu tarafına daha önce hiç geçmemişti. Saatlerdir yaptığı tek şeyin yürümek olduğunu anlayınca etrafına bakmaya başlamıştı. Biçimsiz ve eski evlerin zihnini anımsattığı dar bir sokakta dizlerinin üstüne çöktü. Gözlerini kapattığında zifiri bir karanlıkla karşılaşıyor, içini kaplayan korkunç umutsuzluğun ruhunu ele geçirdiği hissediyor ve hızla gözlerini açıyordu. Gözlerini açtığında ise insana yalnızlığı hatırlatan bu mahalle ile yüz yüze geldi. Yanlış bir mekanda olduğunu düşündü. Derin bir iç çekerken burnunun direğini sızlatan, sert ve keskin bir koku yüzünden, her biri soluk borusunu yırtıyormuş gibi art arda dört kez öksürdü. ''Şehrin öz kokusu'' diye mırıldandı. Söylediği cümlenin şehri incitmesinden korkar gibiydi. Sesinin tonu sanki bir annenin uyuyan bebeğine söylediği ninni misali sessiz, içten ve narindi.

''Belediye üç gündür uğramıyor buraya delikanlı, ondan bu koku. Şikayet ettik ama muhtarın umurunda değil ki! Tabii kendisi mahallenin en güzel yerindeki bahçeli evinde göbeğini büyütmekle meşgul olduğu için...''

Arkasını döndüğünde kendisiyle kırk yıllık komşusuyla sohbet ediyormuşcasına içten konuşan adama baktı. Yüzünde muazzam bir sakinlik ve sevecenlik vardı. Yüzü yaşlılık ve büyük olasılıkla hayatın içinde tutunma, var olma gayesiyle bir haritaya bakıyormuş hissi verecek derecede kırışmış olmasına rağmen insana huzur veren bir havası vardı. Gözleri diye düşündü. Gözleri, iki küçük misket gibi insanın içindeki bütün öfkeyi delen gözleri. Yaşlı adamın gözlerinin içinde güzel bir kadının gülümsemesi, bahar akşamının serinleten rüzgârı, içkinin o karşı koyulmayan cazibesini yatıyordu sanki. 

''Doğrudur.'' demekle yetindi. Aklına bir sürü süslü cümle gelmişti fakat o konuşma sırasının adama gelmesini istiyordu. Dinleyici olarak kalmanın her zaman daha doğru olduğunu düşünenlerdendi. Yaşlı adam karşısında duran yabancıya bütün samimiyeti ile derdini dökmeye hazır bir şekilde sözüne devam etti:

''Zaten belediyenin çok umursadağı yok bizi. Seçim zamanı bile uğramazlar bu izbe mahalleye. Halbuki seçmen sayımız çoğu mahalleye bakarak fazladır. Bizim oyumuzun o zengin mahallelerdeki kodamanlarla bir olmadığını düşünmeye bile başladık.''

Yaşlı adamın konuşmasını dinleyemiyordu çünkü bedeni ve zihni arasında müthiş bir savaş vardı. Gözlerini, ağzını ve sürekli sanki bir pombaya basar gibi titreyen sol ayağını kontrol edemiyordu. Tam o sırada sağ elinin arkaya doğru gittiğini hissedince birden irkildi. Avazı çıktığı kadar bağırmak ve yaşlı adamı kaçması için uyarmak istiyordu. Ama sımsıkı kapanan dudaklarını açmanın o anda mümkün olamayacağını anlayınca bu sefer sağ elini bu karardan vazgeçirmeye odaklandı. Yapamıyordu, o an sanki bütün olan biteni bir tanrı edası ile izliyor, olayın nasıl devam edeceğini biliyor ama müdahale edemiyordu. Vazgeçti, başaramayacağını anladığında önce içini bir ferahlık kapladı. Sonra o iç huzurun verdiği his sanki zamkla birbirine yapışmış gibi sımsıkı kapanmış olan dudaklarını birbirinden ayırıp kocaman bir gülümseme halini aldı. Artık bir direnç göstermiyordu. Sağ eli pantolonunun arkasına doğru sessizce süzüldü. Avını ürkütmemek için ani hareketlerden kaçınıyordu. Kemerine ulaştı, sırılsıklam olan tişörtünü tek bir hamlede hafif kaldırdı ve...

Evet oradaydı bir an belki yanlış hatırlıyorum diye içinden geçirmişti ama bu sefer yanılmamıştı. 1950 model Smiht&Wilson marka altıpatların kabzesini tutuyordu.Baş parmağı ile dikkatlice horuzu kurduğu anda silağın silindiri döndü. Artık her şey hazırdı. Tek bir hamlede silahı bulunduğu yerden çıkarıp yaşlı adamın kırışmış alnına dayadı. Sağ işaret parmağı tetiğin üzerinde görevini yapmaya hazırdı. Gözlerini kapattı. Zifiri karanlık yine onu bekliyordu.