Lethe, en az bir cam kadar kırılgan olan göğüs kafesimin ardında beslediğim en saf rüyam, 18. yüzyılın riyakar fahişesi. 

Üzerinden yirmi beş yıl geçse bile onu hâlâ alev alev yanan kömür karası gözleriyle anımsarım. Hatta öyle ki bazı günler geliverir, sarımtırak aynanın karşısına geçtiğimde onun hüzün dolu bakışlarının altında bükülürken bulurum kendimi. Kurak bir vatandaki toprağı hatırlatan çatlak dudaklarım ansızın onunkiler oluverir, gül pembesi sıcak dudaklarında taşıdığı hilekâr tebessümü sessizce sahiplenirim. Saten çarşafların üstünde yuvarlanırken attığı kahkahaları kulaklarımda çınlar; bir serçe tüyü kadar hafif, narin ama yakar dokunuşlarını çeker parmaklarım, esir alırım her bir tavrını.


Fakat her seferinde Lethe’nin ömrü bir örümcek ağı kadar ince olur, ben de her sadık kul gibi onu parçalarına ayırırım.


18.yüzyıl fahişesi için bir ağıt yakar, küllerini nehrin yüreğine gizlerim.


Lethe, derim.

Seni pis kadın.