Yeryüzünün en çaresiz insanı kimdir acaba?


Ne modası geçmiş bir soru bu.

Bu devirde kim bunu kendine yakıştırır ki?

Olsa olsa yüzlerdeki anlamsız bir gülümseme ile laf olsun diye "çaresizim" denilir.

Gerçek bir çaresizliği kimse sahiplenmek istemez.

Çünkü bu şehirlerin senaryosu, sürekli başarılı kalmak olarak yazılmıştır.

Ve bu devirde yaşayanlar için çaresizlik, başarısızlığın itirafı gibidir.

Bu yüzden öyle ortalıkta veya göz önünde görünmez.

Birkaç talihsiz insanın, bazı hayatların kötü kurgusunun ve bir, iki ülke veya kıtanın başının belası sanılır sadece.

O kadar...

Çaresizlik de tam olarak bunu ister zaten.

Varlığının belli belirsiz hissedilmesi işine gelir.

Böylece görünmezlik kazanır.

Bu yüzden de sanıldığından daha çok ve daha yakındır kendisi.

Bir parçasını mutlaka pay eder herkese ama bunu fark ettirmemeyi başarır.

Öyle ki biz payımıza düşen çaresizliğimizi fark etmeden yaşar gideriz yıllarca.

Oysa gündelik hayatımıza hakimdir.

Oysa beklentilerimize sinmiştir.

Oysa hayallere bulaşmıştır.

Neyse ki böyle sinsi planları olanları, gözler önüne sermenin bir yolu var.

Mesela soru sormak gibi...

Sonuçta her kötülüğün başının belasıdır sorular.

Köklere dokunan güzel bir soru, herşeyi yeryüzüne çıkarabilir.

İşte böyle çaresizliği de, görünür kılan sorular vardır.

Mesela "çaresizlik, zorunda kalmışlığı sever mi acaba?" sorusu gibi.

Soralım hemen bu soruyu.

Herhangi bir şeyi yapmak veya yapmamak zorunda kaldınız mı hiç?


İşsiz kalma veya istediğimiz hayatı yaşayamama tehdidi ile aldığımız eğitimin, zorunda bırakılmışlık olmadığını kimse iddia etmez heralde.


Veya sabah erken kalkmalarımızın ne kadarı zorunda kalmışlıktandır acaba?


Veya hayatı kaçırma hissimiz, dinlenince geçmeyen yorgunlugumuz, amaçsız gelen çabalarımız, artık iç bunaltan belirsizliklerimiz hep bir şeylerin zorunda kalmış olmakla ilgili olabilir mi?

Zorunda kalmak...

Zorunda bırakılmak...

Zorunda olmak...

Hep çaresizliği anlatır bunlar.

Zorunda kaldığı için her gün bir yerlere gidenlerimiz var mesela.

Zorunda bırakıldığı için susanlarımız var.

Zorunda olduğu için birilerine veya bir yerlere artık alışmış olanlar var.

Zorunda olduğu için dişlerini sıkan...

Vazgeçen.

Kabul eden.

Zorunda kaldığı için doğup, büyüyen.

Doğmak demişken...

Çaresizlik bu doğumları pek sevmez aslında.

Çünkü her bebeğin dünyaya gelirken yanına aldığı umutlar, onu endişelendirir.

Bebekler, henüz çaresizliği fark etmemiş sınırsız, duvarsız ve yaşam dolu hayallerle gelir yeryüzüne.

Çaresizlik ise sınırlardan, duvarlardan ve yaşamı bomboş hale getirmekten yanadır.

Bu yüzden çaresizlik bebeklikten itaberen yakamıza yapışır.

En büyük düşmanı, bebekler ve umutlar olan bir şey, olabilecek en kötü şeydir değil mi?


Bir de...


Keşke seninle ilgili bir şeylerin zorunda kalsaydım diyorum bazen.

Mesela seni özlemek zorunda kalsaydım, birbirine komşu olmayan şehirlerde.

Keşke durup durup düşünmek zorunda kalsaydım seni, gün içinde.

Gidişini ardından izlemek zorunda kalmak bile olabilirdi.

Tabii daha güzel zorunluluklar da var.

Seni bir manzara gibi izlemek zorunda bırakabilirdi yüzün.

Ya da belki sana sarılmak zorunda bırakabilirdin beni.

Nasıl yapardın bunu bilmem.

Ama biliyosun hiç görmedim seni.

Sesini de duymadım hiç.

Varlığın bile, bir masal kahramanı ile aynı belirsizlikte...

Bu yüzden galiba bir sürü ihtimal üretiyorum seninle ilgili.

"Ölü" ihtimaller...

Bak! Fark ettin mi?

Çaresizlik hemen nasıl geldi yanıma.

Neden biliyor musun?

Çünkü en sevdiği kelimeyi cümle içinde duydu:

"Ölüm"

Çaresizligin en yakın dostudur kendisi.

Hiç ayrılmaz yanından.

Çünkü çaresizlik, yanına "ölümü" de aldığında, yenilmez olur.

"Ölüm" sırtını çaresizliğe yaslarken, çaresizlik de onu el üstünde tutar.

Bu ikisi, yüzlerce yıl kök salmış koca çınarları, binlerce yıl yaşamış canlı türlerini, milyon yıl yanıp kavrulan güneşleri bile mahvettiler.

İşte böylesine güçlüler yanyanayken.

Elele verip, bizim karşımıza geçtiklerinde ise, bırakalım bunlara karşı durmayı, söyleyecek söz bile bulamayız.

"Ölüm" ve çaresizlik...

Ayrı ayrı bile fazlasıyla güçlü iken, yanyana en güçlü olurlar.

Bu yüzden çaresizlik gün boyu bu ruhsuz şehirlerde dolaşsa da mesaisi bitince gittiği evi...

Mezarlıklardır.


Çaresizliğin sevdiği şeyler arasında kader de vardır.

Gerçi kader var mıdır, yok mudur tartışıp dururlar.

Ama asıl önemli olan kader denilen şeyin üstünü örttüğü çaresizlik halidir.

Bugünlerde bu konuyu daha çok soruyorum kendime.

Mesela diyorum ki, "acaba hayatımın kaderi kimin elinde?"

Ben hariç, herkesin olabilir mi ?

Yoksa ben dahil, herkesin üstünde tepinen başka bir şeylerin mi?

Yoksa bir virüsün mü?

Peki bu kaderimiz kimin elinde olmalıydı?

Mesela ben bazı zamanlarda, hayatımın kaderini keşke papatyalara bıraksaydım diyorum.

Evet evet! Papatyalara...

Papatyaların herhangi bir şeye zarar verdiği görülmüş müdür?

Sanmıyorum.

Bu yüzden çaresizlik çok yabancıdır, hem güzel, hem de zararsız papatyalara...

Çünkü çaresizlik, güzellikleri pek sevmez.

Güzelliğin içinde çok uzun süre barınamaz kendisi.


Mesela bazen de, hayatımın kaderini keşke bir karıncaya verseydim diyorum.

Güçlü olanın kazandığını söyleyenlere inat, o zayıf haliyle yaşamanın mümkün olduğunu anlattan bir karıncaya...

Çaresizlik pek hazzetmez karıncadan.

Çünkü hep güçlülerin kazandığı yerlerde, zayıf ruhlara yapışmak kolayına gelir.

Karınca ise zayıftır ama kolay değildir.

Hiç işine gelmez bu.

Zaten zayıfın da hayatta kalabildigi yerde çaresizliğin ne önemi kalırdı değil mi?


Bir de...


Mesela hayatımın kaderini keşke senin ellerine bıraksaydım diyorum.

Öylesine gönüllüyüm ki buna...

Benliğimin yükünü senin omuzlarına yıkmak için değil.

Var edebileceğim neyim varsa, senden bir iz bulabileyim diye.

Mesela, keşke senin söylediklerini dinleyip, saatlerce düşünseydim.

"Kimsenin benim hayatıma karışma hakkı yok!" diyenlerin dünyasına inat, sen benim hayatıma en doğru zamanlarda karışsaydın keşke.

Hani belki yasaklar koyardın bana.

Sigara içirtmezdin belki.

Belki de bu suskunluğumu bitirmeye çabalardın.

Yeniden yazmaya başla, derdin bana.

Kimbilir, şu yorgunluğu üstümden atmamı isterdin belki de...

Ama biliyosun, yanına bile gelmedim senin.

Seninle uzaklar yakın, yanlışlar doğru, çirkinler güzel olmadı hiç.

Yakınlığın, doğruluğun, güzelliğin hali böyle olunca, geriye pek bir şey kalmadı haliyle.


Yaprakların ardında kalan çıplak ve çelimsiz dallar gibi bir şeyler var şimdi sadece.


O kadar renk çeşidinin içinde, doğanın hiçbir güzelliğine ait olmayan gri var.


Bir de "ölü" bir güvercinin, kaldırımların üzerindeki sereserpe kanatları kaldı geriye...

Bak! Fark ettin mi?

Çaresizlik koşarak geldi yine.

O yenilmezlik gücü veren dostunun adı geçti çünkü.

"Ölü" bir güvercinin yapayalnız cesedine sevinip, gelecek kadar kötüdür çaresizlik.

Böyle hazırdır işte hemen gelip, hayatına sokulmaya.

Sağ olsun, yaşayanı da, "ölüyü" de yalnız bırakmaz.

Ama bakmayın böyle yanımızda durduğuna.

Aslında çaresizlik, yalnızlığı çok sever.

İster ki, hepimiz yapayalnız olalım.

Onun tek derdi herkesle ayrı ayrı ilgilenmektir.


Bu yüzden nüfusun kaç milyon olduğunu hep merak eder.

Kendini kaç parçaya böleceğini hesaplamak için...


Binlerce yıldan beri kadın-erkek oranını da yakından takip eder.

Daha büyük parçasını kadınlara ayırmak için...


Hatta coğrafyayı da iyi bilir.

Üç taraflı denizi, iki boğazı, az bulunanın çok yetiştiği toprakları ve dört mevsimi olan bir ülke de bile, "coğrafya kaderdir" diyen kendi kaderine yabancı kalmış insanlar yetiştirmek için...

Eğer coğrafya kader olsaydı, kaderi en güzel ülke, böyle bir ülke olurdu değil mi?


Neyse, bugünlerde ellerim tertemiz.

Sonuçta virüsten kurtulmak gerek.

Etraftaki hiçbir şeye dokunmuyorum.

İnsanın ellerini kullanmamaya çabalaması çok garip hissettiriyor değil mi?

Her zorluğu kendi elleri ile aşmış insan nesline yakışmıyor bu hallerimiz.

Sanki ellerim yokmuş gibi yaşarken, neyi fark ettim biliyor musun?

Ben, senin ne ellerine, ne yüzüne, ne de saçlarına dokunabildim.

Bunu düşünürken aklıma bazı sorular takılıdı.

Acaba elleri hiç kirletmeyen dokunuşlar da var mıdır?

Ya da su ve sabun dışında elleri tertemiz eden arınma yolları olabilir mi?

Neyse.

Ne biçim soru bunlar.

Çaresizlik ne soruları, ne de cevapları sever.

O sadece anı ve acıyı yaşatmak ister.

Zaman çizgisini; geçmiş, şimdi, gelecek diye üçe ayırmak onun uydurmasıdır.

Çünkü bize süreci unutturmak ister.

Süreç içinde gücüm azalabilir diye korkuyor olmalı.

Bu yüzden tarihi bile parça parça okutur bize.

Bütün halde insanlık tarihi, bundan dolayı yazılmamıştır.

Koskaca tarih; biraz orası, biraz burasıdır.

Kopuktur parçalar.

Hatta tüm parçaları birleştirsen de, tamamına ulaşman mümkün değildir.

Öyledir işte bu çaresizlik illeti.

Tarihin içinden bile çıkar ortaya.


Sokağa da çıkmıyorum artık.

Yasaklamışlar.

Benim gitmek istediğim yere çıkan sokak yoktu zaten.

Böyle olduğum ve durduğum yerde günler geçerirken, neyi fark ettim biliyor musun?

Senin sokağını hiç görmedim ben...

Bunun üstüne aklıma bazı sorular takıldı.

Acaba çıkmaz sokaklar da yasaklanmış mıdır?

Yani yolun sonunda kimseye bir şey vaad etmeyen bir çıkmaz sokağın ortasında öylece dursak, yine ceza kesilir mi bize?

Neyse.

Yine acayip sorular bunlar.

Soru sormak istemiyorum.

Çünkü bazı patavatsız sorular hemen cevapları da veriyorlar.

Görünüşleri tam bir soru cümlesi gibi olsa da, aslında açıkça bir cevabın ruhunu taşıyorlar. Ne demeye yapıyorlar ki bunu?


Tıpkı bilmeceyi soranın, cevabı da hemen söylemesi gibi.


Tıpkı tüm parçaları halihazırda yerleştirilmiş ve size yapacak bir şey bırakmamış bir puzzle gibi.


Tıpkı yeryüzünün dört mevsimde anlatamadığı yedi rengi, gökyüzünün bir gökkuşağı ile bir anda bize anlatması gibi.


Bir de...


Tıpkı senin gözlerindeki bakışlar gibi...

Bakışlarını yakından hiç görmedim.

Ama biliyorsun, birkaç tane fotoğrafın var bende.

İnsanlar yaşamdan bir sürpriz bekler ara sıra.

Her insanın hakkıdır bu.

Senin gözlerin yaşamın gizlediği tüm sürprizi bozuyor gibi işte.

Hani şu hayatın amacı kayıp ya.

Hani herkes sanki bir yerlere saklanmış gibi onu arıyor ya.

Senin gözlerin o amacın saklandığı yeri fısıldıyor gibi işte.

Gökyüzünde şu güneş olmasaydı, yeryüzünde hiç gölge olmazdı.

Senin gözlerin, güneşi gölgede bırakıyor gibi işte.

Ama ben, gözlerini hiç görmedim.

Neyse şimdi...

Çaresizlik böyle yazılmış "ama"ları da çok sever.


Mesela kurulan masum bir hayalin peşinde gezinen, gerçekçi ve vicdansız "ama"ları.


Mesela bir keşke ile başlamış cümlenin içinde, yazılmak için sırasını bekleyen fesat "ama"ları.


Mesela bir ihtimalin zayıf umuduna kene gibi yapışmış "ama"ları.


Şu kısa hayatta, çaresizliği zevkten dört köşe yapan kaç "ama" sahibiyizdir kimbilir.

Neyse.

İhtimal demişken...

Bugünlerde seni hiç görmeden "ölme" ihtimalimi düşünüyorum.

Bak! Fark ettin mi?

Yine geldi yani başıma.

Çaresizlik...

Çaresizlik "ölümlere" böylesine aşıktır işte.

Ama tabi öyle güzel, öyle vakitli, öyle sakin "ölümlere" değil.

Çaresizlik, darmadağın, sefil ve hiç bir canlıya yakışmayan "ölümlere" bayılır.

Mezar taşları ne çaresizlik hikayelerini anlatır kim bilir?

Veya herkes bilir de, hiç kimse umursamaz.

Biliyor musun?

Eğer çaresizlik konuşabilseydi, ona bir soru sormak isterdim.

En sevdiğin mevsim hangisi?

Evet, ona sorum bu olurdu.

Sence çaresizlik, bu soruya umursamazlık mevsimi diye mi cevap verirdi, yoksa alışmışlık mevsimi mi?

Yoksa sensizlikle ilgili bir şeyler mi söylerdi bana...

Hiç görmediğim ellerin var.

Hiç bilmediğim gülüşün.

Hiç bilmediğim tavırların.

Aslında dünyada şuan yaşayan milyarlarca insanın da ellerini, gülüşünü ve tavrını bilmiyorum.

Peki o zaman neden sadece seninkiler aklıma takılıyor her gece yarısı?

Ah bu soru!

Ne kadar basit bir şey söylüyor aslında değil mi?

Ama işte öyle olmuyor...

En basit mantıklar, her zaman en basit duygulara yenilirler.

Yenilmeyen tek şey sensizlik gibi başka bir basitlik.

Sen aslında şu kocaman yeryüzünün hiç bir yerinde yoksun.

Ama en çok benim yanımda yokluğun bir sızıya sebep olabiliyor.

Ne kadar basit bir şey bu aslında değil mi?

Hemen yanı başımda senin de olman yani.

Derdi, değerine yetmeyen kimler kimler olmadı ki yanı başımda.

Bir tek sen olmadın...

Ne kadar basit.

Ama o kadar da zor.

İşte bunları düşünüyorum.

Sen ve çaresizlik...

Düşündükçe, aklımda bir sürü cümle kuruluyor.


Mesela birisi, "Düşünebilmek bir ayrıcalıktır ama bunun bir bedeli vardır" diyor.

Acı çekmek midir sence bunun bedeli?


Diğeri "yeteri kadar yalnızlığı bilmeyen düşünmeyi de tam manası ile bilemez" diyor.

Yalnızlığın yeteri kadarı, ne kadardır sence?


Bir de 1600'lü yıllardan birisi çıkıp "Düşünüyorum öyleyse varım" diyor.

Oysa yoksun yanımda...

Öyleyse...

Neyse.

Descartes ile kavga ettirme şimdi beni.

Çünkü kendisi "hissediyorum öyleyse varım" da diyebilirdi.

Ama demiyor öyle...

Sanki her şey yetmezmiş gibi, bir de filizoflar üstüme geliyor sensizlikte.

İşte lütfen anla beni.

Öyle çaresizim ki, antik çağdan bugüne üstüme üstüme geliyor herkes.

Sensizlik öyle işte.

"Ölüler" bile bana karşı geliyor.

Al işte! Fark ettin mi?

Yine geldi...


Yeryüzünün en çaresiz insanı, sence kimdir anne?