Nasıl bir haldeyiz? Kederle dehşet arasında gidip geliyoruz. Birbirimizin gözlerinden korkuyu, kalp kırıklığını, şaşkınlığı okuyoruz. Enkaz altında yaşam savaşı verenlerden ya da yıkıntılar arasında yakınları için çırpınanlardan bahsetmiyorum. Onlar sadece mücadele ediyorlar. Depresyon, ruhsal çöküntü, kaygı bozukluğu bizim gibi yüzlerce kilometre öteden olan biteni izlemeye çalışanların lüksü. Bir hafta önceki kağıttan kalelerimiz yıkılıverdi birden bire. Hazır pandemiyi de atlatmışken yine rafine hayatlarımıza dönmüştük ne güzel. Netflix dizileri izliyor, kentteki kültürel etkinliklerimize katılıyor, seyahat planları yapıyorduk. Bu hafta sonu ışıl ışıl mekanlarda arkadaş buluşması planlarımız vardı muhtemelen. Ama doğa kırbacını şaklattı yine bir gece, sabaha karşı. Hüzne, kedere ve kaygıya boğdu bizi.


Oysa bu dünyada asıl olan hep hüzün ve kederdi. İnsanlık tarihi boyunca felaketlerin olmadığı bir dönem var mı? Kimi doğadan gelirken, daha fazlasını da kendimiz ürettik hep. Sonuçta ölümlü dünya, sonu kötü biten bir filmin oyuncularıyız hepimiz, hatta figüranları. Önce bu gerçeği bilmek ve kabul etmek zorundayız. Adem ve Havva malum elma suçundan ötürü kovulduklarından beri yaşadığımız yer cennet değil, cehennemden hallice. Peki bunu kabullenmemiz ve içselleştirmemiz bizi kaygısal ya da paranoyak mı yapar?


Ben tam tersini düşünüyorum. Bu zor dünyada yakalayabildiğimiz mutlu anların değerini daha çok bilmemizi, anı gerçekten tadına vararak yaşamamızı sağlayabilir. Uygarlık dediğimiz sanal meret, özellikle de modern çağda bizi kendi küçük, pek mutlu, sentetik dünyalarımızın olabileceğine inandırdı. Mutlak mutluluk bir amaç haline geldi, her saniyemiz hedonistçe bir zevk anına hedeflendi. Ama bu gerçek değil, İskandinavya'da da yaşasan ölüm var sonunda. Bu uçsuz bucaksız evrende tesadüfen ortaya çıkmış minicik, (ve maalesef) kendi bilincine varma şanssızlığına ulaşmış yaşam formlarıyız hepi topu. Kendimizi evrenin merkezi ve efendisi gibi görmek yerine, bu basit ama sert gerçeği kabul etsek, payımıza düşen süreyi daha değerli hale getirebiliriz.


“Yaşayamamak insana özgü bir beceriksizliktir.” demişti bir yazar, hayvanların pek intiharı düşünmediğini ilave ederek. En çok kedilerim oldu. Bazılarının bebekliklerinden doğal yoldan ölümlerine dek yaşamlarına tanıklık ettim. Başlarına gelen her ne olursa olsun (hastalık, organ kaybı, kimi yeteneklerini yitirme), ellerindeki yeni kartlara göre hayat oyunlarına devam ediyorlar sadece. Hakkını yememek lazım ilkel insan daha hakiki yaşıyordu bence. Doğanın karşısında sınırını biliyordu, başına gelen ya da gelebilecek her şeyi kabul etmişti. Yakınlarını bir vahşi hayvan kaptığında, barınağını sel aldığında; anlık üzülse de, depresyona girmek yerine, yeni şartlarla kurguladığı yaşamına devam ediyordu. Eminim anlık mutlulukları da bizden daha fazla içselleştirerek yaşayabiliyordu.


Edilgen bir kabullenmeyi savunmuyorum elbette, tabi ki savaşacağız, direneceğiz; en başta da bizi bu betondan potansiyel mezarlara mahkum edenlere karşı. Fakat önce ne olduğumuzu, başka bir deyişle haddimizi bilmemiz ve içinde yaşadığımız evrenin gerçeğini kabul etmemiz lazım. Basitçe ve bir kedinin bilgeliğiyle…


Ataşehir

11.02.2023