“arama beni” diyor. “tamam” diyorum, “zaten kimi arayacağımı bilemediğim için seni aradım. bir nevi alışkanlık benimki.” gülümsüyor, görmüyorum gülümsediğini ama ağzının nasıl şekil aldığını hatırlıyorum. ya da onu görmeyeli o kadar uzun zaman oldu ki, gülüşünü unuttum ve hatıralarımda gezinen o gülüşünü ben kendim yarattım. “hangi yüzle beni aradın?” diye soruyor. düşünüyorum, bir yüzüm yok, uzun zamandır bir yüzümün olmadığının farkındayım ama yüzsüzlüğün de bir sınırının olmaması çok zoruma gidiyor. “madem aramamı istemiyorsun, o zaman engelleseydin” diyorum. “engelledim zaten, her yerden engelledim” diyor, “beni kimden aradın kim bilir?” kulağımdaki telefonu gözümün önüne getiriyorum, bakıyorum uzun uzun. yeni bir telefon, hatırlamıyorum. “sana sormak istediğim bir şeyler var” diyorum, hemen “kapatıyorum” diye cevap veriyor. panikliyorum, sonunun geleceğini bilen ama bu sonu geciktirmeye çalışan birine dönüşüyorum. “dur” diyorum “kapatma telefonu. daha önceki sorular gibi olmayacak.” bağırarak “ne soracaksın?” diye o soruyor, “konuşacak bir şey mi kaldı!” konuşabilecek o kadar çok şey buluyorum ki, alfabetik olarak mı söylesem kronolojik olarak mı onu düşünüyorum. “sence” diyorum, “ben kötü bir insan mıyım?” susuyor, cevap vermiyor. ya susarak kötü bir insan olduğumu onaylıyor ya da ona yaptıklarımdan dolayı bana iyi biri olduğumu söylemek istemiyor. “biliyor musun?” diye sorup, devam ediyorum konuşmaya. “seninle birlikte fark ettiğim en büyük şey ne kadar yalnız olduğum olmuştu. kendimi ne denli büyük bir yalnızlığa ittiğimi seninle anlamıştım. hatta sen de bir keresinde yalnızlığın acısını benden çıkarma demiştin. gerçekten de yalnızlığımın acısını senden mi çıkardım?” derin bir nefes alıp veriyor, bunu yaparken kötü şeyler söyleyeceğini anlıyorum. aslında kimseyi kırmaz, kötü şeyler söyleyemez tabii ben dışında. “bunları konuştuk teoman” diyor, “kaç kez daha konuşacağız?” diye soruyor. susuyorum, cevap vermiyorum. “en iyi yaptığım şey” diyorum “yalnız kalmak.” sessizliği tekrar bozarak “o kadar iyi yalnız kalıyorum ki, kimsenin aklına gelmiyorum. kimse fark etmiyor yokluğumu. varlığım gibi yokluğum da, fark edilmiyor sanırım” diyorum. üzüldüğünü hayal ediyorum ama bir noktada sıkıldığını da fark ediyorum. “senin aklına geliyor muyum?” diye soruyorum. cevap gelmeyince “hani kendini yalnız hissettiğinde ya da sevilmediğini düşündüğünde, aklına geliyor muyum?” diye başka bir soru soruyorum. “hayır” diyor, bana karşı her zaman oldukça acımasız ve sert olmuştur, ki hayatında birine bile olsa böyle olmasından dolayı mutluluk duyuyorum, her ne kadar o biri ben olmuş bile olsam. “doğru” diyorum, “zaten sen asla kendini yalnız hissetmezsin ya da sevilmediğini düşünmezsin.” sinirli bir şekilde gülüyor, kahkaha atarmış gibi. “ama ben yalnız kalmalıyım. çünkü iflah olmaz bir uyumsuzum ben. çünkü yalnız kalmadıkça ya ben insanların canını acıtıyorum ya da onlar benim” diyorum, cevap alamayınca konuşmaya devam ediyorum “bu yüzden yalnız kalıyorum. kaçıyorum, kaçmak daha güçlü ve iyi hissettiriyor” diyorum. teşekkür ediyorum sonra, “bana bunu öğrettiğin için sana teşekkür ederim.” uzun bir of çektiğini duyuyorum. “ne olduysa” diyor, “hep bu kadar düşündüğün için oldu. artık düşünme, düşünmeyi bırak! düşününce ne hale geldiğimizi görüyor musun?” susuyorum. düşünmeyi bırakırsam, onu da bırakırım, geçmişi, yaşananları, kim olduğumu, kim olduğunu, çıkardığım neden-sonuç ilişkilerini, hayatı ve hayata yüklediğim anlamları, hepsini bırakırım. düşünmezsem nasıl yaşayacağımı bilemediğim hayat karşısında iyice çuvallar, ne yapacağımı asla bilemeden afallarım. düşünmeliyim, düşünmeye devam etmeliyim. düşünerek var olmalıyım, düşünerek onun varlığını sürdürmeliyim. “düşünmeseydim” diyorum, “ya da ne bileyim daha az uyumsuz biri olsaydım her şey daha farklı olur muydu?” diye soruyorum. susuyor önce, daha sonrasında da “hayır” diyor kendinden emin olmayarak. “çünkü ben hep aynı kalırdım. sorun sen değildin, bendim.” bağırıyorum, “hayır” diyorum, “sorun her zaman bendim, olduğum kişiydi.” konuşmasına izin vermeden oldukça sert bir şekilde konuşmaya devam ederek “ama denedim, bir başkası olmayı, uyum sağlamayı denedim. elimden geleni yaptım. yaptım değil mi? ama beceremedim. yine her şeyi mahvettim. öyle değil mi?” susuyor, beni üzmek istemiyor. beni üzmekten vazgeçmiş olmalı diye düşünüyorum, buna seviniyorum. “teoman” diyor, bana adımla seslenince benim ismim bu değilmiş gibi hissediyorum, tuhafıma gidiyor. “kendini suçlamaktan vazgeç. beni de düşünmeyi bırak. artık hayatını yaşa. birlikte beceremedik, her şeyi birlikte bok ettik. bizden başka türlüsü beklenemezdi.” hiçbir şey diyemiyorum, kelimeler el birliğiyle dilime karşı cephe almışlar sanki, konuşamıyorum. “yine de” diyorum, “beni sevdin değil mi?” gülümsüyor, alaycı bir gülümseme bu. küçük bir çocuğun masum sorusunu duymuş gibi davranıyor. “bu nasıl soru?” diyor, “aramızdaki her şeyi düşündüğümüzde seni sevmemeyi dilerdim ama seni sevdim. hem de seni çok sevdim” cümlesini bitirince kapatıyorum telefonu. yarın tekrar eski fotoğraflarımıza bakar, her zamanki konuşmamızı yaparız diye düşünüyorum. onunla konuşmak için ona ihtiyacımın olmadığını bilmek beni rahatlatıyor. tıpkı bir zamanlar onun tarafından çok sevildiğimi bilmenin beni rahatlattığı gibi.