Chuck Palahniuk romanının Fincher sinemasındaki nefesi diyebileceğimiz Fight Club, artık herkesin diline doladığı üzere bir "tüketim toplumu" eleştirisi.

Bunları herkes biliyor; herkes bu filmde popülizmin, tüketim savaşının, standardize edilmiş yaşamın, beyaz yakalılığın gündem olduğundan haberdar zaten. Peki yıllar sonra, yıl 2017'de bile aynı lafları geveleyip prim mi kasacağız? Elbette hayır, çünkü bu filmin üçüncü bir yüzü daha var.


Aslında filmin en başından dikkat çekilen noktalar daha farklı, bir tüketim toplumunun varlığının yanı sıra insanların bunun bir parçası olduklarının bilincinde olduklarını, "bundan rahatsız olduklarını" fakat kendilerini durduramayacak düzeyde olduklarını anlamak mümkün. Hastalık gruplarını ele alalım; birbirine sarılıp ağlayan insanlar, bu gerçekten acıklı fakat aslında insanların orada birbirleriyle paylaştıkları şey hastalık falan değil, telepatik yönden bambaşka bir iletişim var. Mesela akciğer kanseri grubunun (filmde yoktu muhtemelen ama) birbirine yakındığı şey esasen akciğer kanseri olmaları değil, herkes Malboro kullanıyor diye Malboro'ya başlamış olmaları, Winston'ın hayatlarına girmiş olması... Hepsi içten içe hastadan öte pişmanlar ve vicdanlarını kurcalayan bu şeyi hastalıklarının arkasına gömerek birbirlerine sessizce itiraf ediyorlar çünkü Amerikan toplumundalar, bayraklarla bu ifade ediliyor; o şaşanın, o düşünce özgürlüğünün içinde aslında farklarını gizlice yaşamak zorundalar, daha doğrusu kendilerine ait olan son fikirlerini, tıpkı sağlıklı kalmış son bir hücre gibi. Bu açıdan bence George Orwell'e de selam çakan bir film.


Kaldı ki bu insanların bir de iç hesaplaşmaları var, kusursuzluk dürtüsüyle yanlışa gittiklerini fark edenler bir kusur yaratmaya vücutlarından başlıyor; kırılmış bir burun, yamulmuş bir çene yahut yerinden oynamış bir kaburga kemiği onları nihayet diğerlerinden farklı kılabiliyor ve normale dönmek için anormalin gözüne vurdukları bir duruma sürükleniyorlar, çünkü eskisinden iyi hissediyorlar; zira yalanmış konfor, keyif, hepsi sadece katlanıp giden fazlalıklarmış, öyle ki ana karakterimizin evi patladığında çok da sorun etmiyor, normalde böyle bir toplumdaki birinin çıldırması gerekenden eser yok, hatta rahatlıyor adam, onlarsız da yapabildiğini görüp kendini biraz olsun güçlü hissediyor ve bu güç Dövüş Kulübü'nü kuruyor, öyle ki çekilen ilk yumruk gerçek bir yumruk.


Ana karakterimizin şizofren olması ve aykırı, daha çok Nietzsche'mtrak bir Tyler Durden oluşturması bu noktadan itibaren anlaşılabilir; kendisine zaten başından beri karşıydı, kendisine çok karşıydı fakat artık onun benliği olmaktan çıkmış o şey "güya" düzen gibi kavramlarla öylesine kafayı bozmuştu ki dışarıdan bir yardıma ihtiyaç vardı, bu yardımlar içerisinde en bayıldığım ise eline sabun dökülen o iç ve dış çatışmalı sahne... Bu hususta Tyler'dan önce Marla geliyor, Marla esasen Tyler'ın oluşmasında doğrudan bir köprü, hatta bana sorarsanız Tyler'ın ta kendisi; tam da bu yüzden ana karakterimiz Marla ile Tyler'ın birlikte olduğunu tasarlıyor ve Marla'yı kıskanıyor, Tyler'dan çok Marla'yı kıskanıp ondan etkileniyor; Tyler ise kendisi için oluşturduğu bir kamçı, tıpkı zihninizin derinliklerinde dolaşan küçük bir adamın sizin bütün zayıf noktalarınızı bilmesi gibi, ana karakterimiz de zihninin derinliklerinden, artık kontrol edemediği dış benliğine bir kaçış haritası çiziyor, haritanın adı Tyler Durden. Bu noktada herkes Tyler'ı bir idol olarak gördüğü fikrine kapılıyor ilk başta, fakat öyle olsaydı asla -Tyler'ın ısrarlarına rağmen bile asla- onun önüne geçemezdi; ona tüm bunları yaptıran aslında rekabet dürtüsüdür, zaten her kavga da bir rekabettir.


Kavga, cinsellik vs... Olay basit, aşırıya kaçmış düzenden ideal düzene alçalmak amacıyla bir süreliğine kötü olmak; bunu buz tutmuş bir suyu ılıştırmak için lav dökmekle bir tutabiliriz. Asıl konu yine taviz vermekte bitiyor; vücudundan taviz vermek, mallarından taviz vermek, yahut değer algıladığın herhangi şeylerden... Bu yönüyle Fight Club'ün bir sahnesinin uçan balonda çekilmesi ve karakterlerin aşağıya ağırlık atması bence hoş olurdu fakat film buna gerek bırakmış mı derseniz, hayır.

Bu filmin asıl kavgası şirketlerle değil, şirketler insanların tepesine binmemiş, silah zoruyla bunu yaptırmamış ki hedef alınan şey doğrudan insanların kendi hırsları, en iyi olma, en güzel olma, en bilmem ne olma... Kapital düzenin yıkılması son sahnedeki bina yıkımı ile sembolize ediliyor fakat kapital düzen aslında çoktan yıkılabildi filmde, ana karakterimiz yavaş yavaş kendi sandığı o sosyopattan taviz verebildiğinde, en nihayetinde Marla'yı kabul edebildiğinde; kaldı ki kulübü kurup bu kadar adamı toplayabilmesi de bunun kanıtı, bu değişimi göstermeye hazır fakat lidersiz bir kitle vardı ve o kitleye lider oldu, kitle ise ona kendi olma şansını tanıdı: Space Monkeys.


Azınlık olmanın bir strateji gerektirdiği aşikar, bu grupta ise strateji toplumun aksine rahat olmak, rahatın biraz daha ötesine gidip sergüzeşt olmak; kaldı ki kendilerini kaybettiklerinin bilincinde olan bu kimseler, artık kaybedecek bir şeyleri olmamasıyla fedaileşiyor; buysa politik yahut ekonomik bir kaygının ötesinde, sosyal psikolojideki "kartopu etkisi" adıyla tabir ettiğimiz sürece karşı bir başkaldırı, filmin asıl konusu bu işte, kartopu etkisi.

Kartopu etkisinin yarattığı hırs insanlara yükseldiklerini hissettirirken asıl çöküşün farkına varmıyorlar, tıpkı asansörün yukarı çıkarken binanın yere batması gibi bir durum ve ne yazık ki binanın batış ivmesi daha hızlı, sonuç ise kölelik. Burada kişiler aslında sermayenin değil kendi köleleri, çünkü eğer sermayenin kölesi olsalardı bunu farkında olmaları daha kısa sürecekti -ki sermayenin isteği asla bu olamaz- fakat insanın aradığı şeyin var olduğu ilk yer, onu aramaya başlamasından itibaren aklıdır. Her türlü kasa kazanıyor; kendilerini şirketler uğruna feda ediyor gibi gözüküyorlar, gerçekten öyle olsaydı yine şirketler kazanacaklardı, kendileri için çalışıyorlar ve yine şirketlerden alıp başka şirketlere... Sonrası döner sermaye, derken lobiler...


Bir diğer önemli detay, ana karakterimiz Tyler'la karşılaşmadan önce uçak kazası hayal ediyor, sigorta şirketinin iş uçuşlarında ölüme verdiği ekstra paya binaen; bunu kullanamayacak olması o an umurunda bile değil, fakat filmin yine son dakikalarında, başına silah dayandığında artık bir şeylerden endişe ediyor, çünkü gerçekten değer verdiği bir şeyler var, bu ya mücadelesi ya Marla ya da başka bir şey ama var. Nihayetinde Fincher yapacağını yapıyor ve başrolümüz yıkımı pantolonsuz seyrediyor. Filmin pek kimsenin dikkatini çekmemiş bir kırılma noktası ise bu, beyaz yakalı dünyasının yıkılmasından çok, insanların kimi zaman büyük gördüğü şeylerin bile aldırış edilmeyecek bir hal alabilmesi. Öyleyse çılgınca çirkinleşip onlarca Iphone almaktansa biraz pantolonsuz oturup tadını mı çıkarmalıyız dersiniz? Geç bile kaldık.☺

Eğer filmin başında her filmin başında görülen uyarıdan sonra bir adet daha olduğu, Tyler'ın ilk karşılaşmadan önce de bazı sahnelerde var olduğu, filmin her sahnesinde en az bir adet Starbucks bardağı kullanıldığı yahut filmin son sahnesinde bir saniyeliğine başka bir görüntünün girdiği gibi sıkıcı ayrıntıları duymak istiyorsanız üzgünüm, bu eleştiri burada biter.