Bir an geldi ve sandım ki nefesimde boğulacağım. Ben sandım ki isyana yükselecek ellerim ve ayaklarım, ben yüreğimle bir başıma kalacağım.


Bir yabancıyla baş başa, kilitli bir odada kalmışçasına tedirginlikle baktım içime. Kim olduğumu, nereden geldiğimi, hangi dili konuştuğumu bilemedim. Tanımadığım bir histi bu; çok kuvvetliydi ve bana dönüşmüştü aniden. Şimdi ise en az benim kadar vardı ve ondan başkası yoktu sanki bende.


Bir an geldi ve tüm yaşamımın anlamı değişti. Bir an geldi ve ben tüm kaçmalarımın, durmalarımın, yön değiştirmelerimin şimdi patlamış olan bu mayını atlatma çabası olduğunu anladım. Hiç bilmeden, hiç dile getirmeden ve zannediyorum ki hep inkâr ederken büyüttüm onu. 


Kaçmam gerekiyordu zihnimden, kaçmam. Kaçmasam delirecektim. Kaçamamaktan delirirken kimse görmesin istiyordum beni. Dünyanın varlığını yadsıyıp dünyanın içinde yaşadığımı fark etmek gibiydi ve ben… Kaçmasam delirecektim. Kaçarsam da sanki ölecektim. Ayağa kalktım. Pencereyi açtım. İçime bir nefes çektim ve aldığım soluk, bıçak gibi kesti ciğerimi. 


Saat gecenin bir bilmem kaçı. Karşıdaki parkta oturan cıvıl cıvıl gençler sanki başlarını çevirdi benden yana ve çattılar kaşlarını. Korktum. Geri çekildim pencereden. Sanki avize sallandı. Sanırım kaçırdım depremi. Yıkıldı dünya, herkes uyum sağladı bu enkaza da ben anlayamadım neredeliğimi. Kedime baktım, bakışları iğrenir gibiydi benden. Uyandı uykusundan, koşarak gitti odadan. Herkes kaçtı, ben koştukça sarmalandım bana.


Tanrı’m, bulmam gerek seni. Bulmam ve bir hesap sormam. Tanımlaman sonrasında beni bana... İçimde akan bu zehri yudum yudum içirmem sana. Gülümsemem var bir de, en sona sakladığım. Cennet derim adına. Hoş… Tüm bu azaptan sonra, yaşadığın hangi cennet ruhunu diriltir?


Sakin olmam gerektiğini söylüyordum kendime. Ayrılıp da bir yaprak gibi havada uçuşarak uzaklaştığım bedenime geri dönmek istiyordum. Oturdum, bir nefes alacağımı ve bu nefesin beni boğmayacağını kendime hatırlattım. Sonra bir nefes aldım, boğulmadım. Acı bitmiyordu. Acıyla savaştıkça ıstırap doğuyordu ve ben otuz küsur yıllık mazimin yok olduğuna, tüm varlığımın ruhumu kıvrandıran sancılardan ibaret olduğuna inanıyordum.


Gardımı indirmiş gibiydim dünyaya. Duyduğum her ses, aldığım her koku, gördüğüm her ışık çok fazla geliyordu. Gözlerimi kamaştırıyor, kulaklarımı ellerimle kapatıyor, nefesimi tutuyor ve küçüldükçe küçülüyordum. Tam anlamıyla kayboluyordum, eriyordum hissettiklerimin içinde.


Bitkin düşmeye başladım. Ensemin başladığı o noktadan bir kancayla tutturulduğum kukla oyununun başrolündeydim. Kuklacıya yalvardım, yatağıma gitmek istedim. Gitmek, kapatmak gözlerimi ve kâbus bittiğinde uyanmak... Tüm bu acının tam da gözlerimin ardından doğduğunu bilmemek istedim.


Sersem sepelek yürüdüm yatağıma. Uzandım, yastığıma sarıldım. Ağlayamayacak kadar yorgun, uyumak için çaba gösteremeyecek kadar tükenmiştim. Gözlerimi kapadım. Tüm tilkilerim, tüm acım yastığıma aksın diye bekledim. Yatağım aldı tüm ağırlığımı, bir pestil gibi bıraktım kendimi. Sonra… Bitap hâldeki bedenim, ruhumdan izin istedi.