Güneş olduğu yerde dalgalanıyor, havaya asılı kızıl bir disko topunu andırıyordu. Gökyüzü mor, turuncu, açık mavi renklerin oluşturduğu, düzensizce tabloya dökülmüş bir renk cümbüşüydü sanki. Tüm renkleri ve ihtişamıyla gün bitiyordu. Yaşaran gözlerini elinin tersiyle sildi. İyice ısınmış, köpüksüz, bayat birasından bir yudum çekip ihtiyar yüzünü buruşturdu. Birayı yeni mi doldurdu da ısındı, yoksa birkaç gündür pencere pervazında böyle yarım halde duruyor muydu, anımsayamadı. Üzerinde adamakıllı bir dinginlik ve durağanlık vardı fakat bunlar huzur değildi. Gene de gökyüzü ve güneş anlamsız, çocuksu bir sevinç dalgası yaratır gibi oldu içinde. Sandalyesini tam pencerenin önüne koymuştu, batan güneşi, bir sinema seyircisi gibi izliyordu. Başını olabildiğince arkaya çevirip “Pamuk,” diye seslendi. Biraz bekledi. Adı bu değil miydi yoksa? “Orada mısın,” diye bir daha seslendi. Kesik kesik öksürdü. Odalardan bir ses, kıpırtı bekledi. Sonra yine güneşe döndü. Karısı uyuyor muydu, ölmüş müydü? Anımsayamadı. Güneş batmıştı.
Tahta sandalyeden, büyük bir gürültüyle kalktı fakat içeriye gitmeye cesaret edemedi. İhtiyar, yamuk, buruşuk ellerinde mor lekeler vardı. Yaşlı, bozuk bir motor gibi ara ara çalışan ve duran kafasına küfür ettiği sırada genç, büyük kalçalı, kalın bacaklı, güzelce bir kız içeriye girdi. İhtiyar, manasız gözlerle kızı süzdü.
“Aa,” dedi. “Ne ayıp küfürler, ne ayıp,” Eğilip hızla halıdaki boş su şişesini, yerde öylece duran pantolonu aldı, etrafı toparladı, yastığı şişirip düzeltti. İhtiyar, genç kızın poposuna baktığı için bir an suçluluk hissedince kafasını pencereden dışarıya çevirdi. Kimdi bu kız? Bakıcı, hemşire falan olmalıydı. Ne iyi birine benziyordu, kızın içleri gülen iri gözlerine baktı.
“Meh,” dedi. “Kızıyorum bazen.” Sıcak, bayat birasını dikti. “O kadar da kalaylama olur canım, kaç yaşında adamım ya hu, çocuk muyum ben?” Hâlbuki tüm bu çaresizliği, sakilliği, unutkanlığı, aptallığı bir çocuğu andırıyordu.
“E ama ne konuştuk, nereden buldun o birayı sen yine,” deyip elindeki şişeye atıldı genç kız. “İlaçların var, yaşın kaç oldu, şakası yok ölürsün. Bira yok!”
“Yav bir bira bile içemeyeceksem öleyim,” dedi. Gençliğinden beri kendisini ifade etme yollarından biri buydu; içmek. Bunu elinden almaya çalışan hayata çok kızgındı. Küskün, cama döndü. Uğultu halinde bir rüzgâr çıkmış, etrafı tozutuyordu.
“Deme böyle şeyler,” dedi. Kızın gözlerindeki neşe azalmış gibiydi ya da ihtiyara öyle gelmişti. Şişeyi kapının dışına koyup, yeni yıkanmış çarşafları katlamaya koyuldu.
“Ben neden ölmüyorum ki,” dedi ihtiyar, söylenir gibi. Tekrar sandalyesine oturdu. “Tanıdığım şeylerin neredeyse tamamı öldü. Bense bir şey hatırlamıyorum, kendime dikkat bile etmiyorum, ne vardı bu kadar yaşayacak?” deyip umutsuz, feri kaçmış gözleriyle etrafına boş boş bakındı. Odada dolanan üzgün gözleri, karşısında merhametle ona bakan kızın gözlerinde durdu.
Kız, “Deme öyle sus bakalım. Allah geçinden versin,” deyip şefkatle ihtiyarın yanağını sevdi. Sarıldı. Sevgi dolu, güzel kokan, ne iyi bir kızdı bu. Hayata karşı tüm iyi niyetini kaybetmiş bir ihtiyarı bile, bir anlığına hayata bağlayacak bir güce sahipti. Ne garip şey, diye düşündü.
“Daha geçi mi var kızım? Eski zamanlarda yapılmış, içinden bir sürü insan, aile geçmiş, türlü savaşlar, afetler gömüş ama yıkılamamış, terk edilmiş boş bir ev gibiyim.”
“Ay ne güzel söyledin yine ya, eski günlerindeki gibi benzetmeler yaptın,” deyip gülümsedi kız. “Hâlâ iş var sende, küçük görme öyle kendini,” Biraz durdu. Kaşlarını hafifçe çatıp, ihtiyarın gözlerinin içine baktı yine dikkatli dikkatli. “Bana bak koca adam, sen beni yine tanımadın mı?”
“Tanıdım elbet,” dedi. “Haydi, işine bak, oynama benimle.”
“Hah iyi, üzülüyorum unutunca valla,”
Kapıya doğru yürüdü. İnce belini tutup keyifli keyifli ofladı. Saçlarını sıkı sıkı, yukarıdan toplayıp, “Ben çıkıyorum koca adam, yarın görüşürüz,” dedi. Bir tepki beklemeden çıkıp gitti.
“Selametle,” dedi adam üzgün üzgün. Tanımamıştı. Bir türlü alışamamıştı, alışılacak bir şey değildi ki bu. Sanki birini tanımamak, bir şeyleri unutmak bilerek yaptığı şeylermiş gibi, bu genç kız kendisine kızıyordu. İşe yaramıyordu. Boş, terk edilmiş bir ev gibiydi.
Soğuk, karanlık koridorda, ayaklarını sürüyerek gezindi. Keşke o hemşire kız burada kalsa, diye düşündü. Sonra da bunun saçmalığını fark edip kendine acıdı. Sol ayağı aksıyordu. Dizinde, doktora gitse ameliyat gerekeceğini bildiği sancılar vardı. Oturup kalkarken, merdiven çıkarken diz kapağına sanki bıçak sokuyorlardı ama kendisini önemsememek, gençliğinden kalma bir huydu. Belindeki ağrılar da bacağına vurup yürümesini engelleyince, durum çekilmez oluyordu. Kamburlaşmıştı. Uzun kemikleri zayıflamış, esnemiş, yıpranmıştı. Tıpkı, tahtakurularının kemirdiği bir ahşap koltuk gibi… Durmadan titreyen, yüz yaşında gibi görünen, damarlı, lekeli elleriyle, sakarlık yapmadan bir iş becermesi neredeyse imkânsızdı. Dünyayı terk etme zamanı yaklaşınca, dünyaya geldiği ilk zamanki gibi bakıma, ilgiye muhtaç olmak; hayatın şaka anlayışıydı. Beyaz, seyrek sakalları, buruşmuş ve üzgün yüzüne sevimli bir hava katıyordu. Bira, midesini yakmıştı. Masadaki kırışık örtünün üstünden mide hapını alıp içerken, örtü ile kurduğu benzeşim canını sıktı.
Uzun uzun aynadaki yansımasına baktı. Şaşkınlıkla sakallarına dokundu, sıvazladı. Tüm mimikleri, suratına hüzünlü bir ifade vermiş gibiydi. Bembeyaz sakallarının ve seyrelmiş ama hâlâ tamamen dökülmemiş beyaz saçlarının arasında kalan mavi gözleri, yorgun ve üzgün bakıyordu. İnce bacaklarında, kollarında çıkmış sivilce benzeri minik kabarcıklara baktı. “Alkolden,” diye mırıldandı. İyiden iyiye kendinden soğumuş, yabancılaşmış hissetmişti birdenbire. Bu aynadaki adam da kim, diye manasız bir endişeye kapıldı. Bulanık kafasına küfredip derin bir of çekti. Çekmecede büyücek, tahtadan bir kutu vardı. Çocukken oyuncaklarını koyduğu bu kutu, artık unuttuğunda kim olduğunu hatırlatacak materyallerle doluydu. Notlar, fotoğraflar, eski anılar… Unuttuğu her şeyi oradan tekrar öğrenebilirdi ancak o kutuya bakmak kendisini kötü hissettiriyordu. Yetersiz, aciz, işe yaramaz… Bakmadı. Kutunun bir anlamı olduğu zamanlar, içinde oyuncak olduğu zamanlardı.
Büyük bir dikkat ve çabayla, ağır ağır sakallarını kesti. Titreyen yaşlı elleri, az gören gözleriyle kendisini doğramadan tıraş olabilmek, kolay iş değildi. Yara almadan bitirdi tıraşını, kendisini beğenerek baktı aynaya. Giyinmek için odasına gitti. İnsan gençliğinde, böylesini hayal etmiyordu. Belki de kendine yakıştıramadığından. Tutan ellerinin, yakışıklı yüzünün, koşup zıplayan bacaklarının artık iş göremez hale geleceği, yüzleşene dek kaçılan, yaşayana dek habersiz olunan bir şeydi. Yıllardır istediği hiçbir şeyi yapamıyordu. Gözü görüyor, aklı eriyor, gücü yetmiyordu. Asırlardır huzurlu, keyifli hissetmemiş gibiydi. Üzerine bir de huzura en yakın olan şeyleri ya da insanları da unutmaya başlamış, muazzam bir bulanıklığın içine düşmüştü. Ürpertici bir hızda geçip giden hayat, umulmadık, beklenmedik, hesaba katılmayan şeyler getirmeyi çok seviyordu. Yok saydığı kaygılar, yenileriyle el ele tutuşarak geri gelmişlerdi. Hayatında; kavgalar, mutsuzluklar, uzaklaşmalar, kaçışlar, sevinçler olmuştu. Hem de bir sürü. Fakat tüm bunları hatırlamayınca, yaşanmamış olmasından bir farkı kalmıyordu. Giyindikten sonra sandalyesine oturdu. Boş bir kâğıt ve kalem aldı. Usul usul yazmaya başladı.
Dikkatle merdivenleri indi, uzun süredir kullanmadığı arabasına, sanki eski bir dostuymuşçasına gülümsedi. Bir süre, kullanmayı unuttuğundan kaygılanarak, kafasında nasıl çalıştıracağını, nasıl vitese geçireceğini tahayyül etti. Emin olunca yola koyuldu. Mezarlıktaki servi ağaçları, gövdesinden kırılacakmış gibi gürültüyle sallanıyordu. İçindeki garip, anlamsız ürpertiyle izledi onları. Telaşla etrafına bakınıp, kimsenin görmeyeceğinden emin olunca dudaklarına sarı filtre bir Samsun yerleştirip yaktı. Her seferinde ilk birkaç nefes öksürür, sonra alışırdı. Zayıf, buruşuk, titrek parmaklarına sıkıştırdığı sigarayı arabanın camından silkti. Uzun zamandır hissetmediği huzur, içindeki sıkıntıyı, geç kalmışlığı biraz olsun bastırmıştı. Yere eğilen servi ağaçlarına bakarak, hırsla sigarasından çekti. Bir karga çetesi bağıra çağıra, etrafa babalanır gibi bir gürültüyle mezarlığa girip servilerin üzerine tünedi. Yaz bitiyordu.
Genç kadın, kapıyı heyecanla açtı. Elindeki hediyeleri –kalın bir roman, sadece kendi gözetiminde bir kadeh içmesini sağlayacağı viski, elleriyle ördüğü bir kazak- yere bırakıp neşeyle seslendi. Mutfağa girip ortalığı topladı. “Kalk bakalım ihtiyar,” dedi koridorun sonundaki boş odaya doğru. “Bugün, senin doğum günün. Uyumak olmaz, saat kaç oldu,” diye ekleyip şarkı mırıldanmaya başladı. Pastayı kutusundan çıkartıp geniş bir tabağa koydu. Üzerindeki mumu yakıp, doğum günü şarkısıyla odaya gitti. Boş olduğunu gördüğünde, böğrüne bir bıçak sokulmuş gibi aniden, sıkıntıyla susuverdi. Masanın üzerine bırakılmış kâğıt kaleme doğru yürüdü.
“Sevgili genç, güzel kız;
Öncelikle seni hatırlayamadığımı belirteyim, özür dilerim. Çok düşündüm ama adını çıkartamadım. Bu bana artık katlanılmayacak bir öfke ve sıkıntı doğuruyor. Çekmecedeki kutuya bakarak bir şeyleri anımsamaya çalışmanın ya da aynı şeyleri her gün yeniden öğrenmenin ise bir anlamı yok. Sen, belli ki benim hemşiremsin. Gelip sabırla beni kontrol ediyor, ilaçlarımı içiriyor, hatta güzel sohbetler edip gidiyorsun. Pırıl pırıl bakışların, uzun ve aydınlık bir ömrün var. En güzel zamanlarını, bunak bir adama bakarak değerlendirmemelisin. Eğer yanlış anlamazsan, o kutunun altındaki çekmecede, havlulara sarılı vaziyette bir miktar para var. Çok fazla değil ama başka bir şehre yerleşip kendine hayat kurmana yardımcı olur zannedersem. Bunu lütfen kabul et ve kendin için bir şeyler yap.
İkincil olarak, unutkanlığım artık iyiden iyiye arttı. Robot gibi koltuğumda yaşamak, artık bir duygu hissedemediğim anılarımın aslında bana ait olduğunun anlatılmasını istemiyorum. Bu yüzden, hatırladığım son şey olan, doğduğum kasabaya gidiyorum. Orada, çok mutlu zamanlar geçirdiğim, koca bir çam ormanını sırtına alan bir evimiz vardı. Ev hâlâ duruyor mu bilmiyorum. Bir de çocukken o ormanda birlikte oynadığımız, hayvanları beslediğimiz bir arkadaşım vardı. Belki arkadaşım öldü, belki ev yıkıldı. Bilmiyorum. Ama hâlâ hatırladığım ve iyi hissettiğim tek an bu. Bu yüzden Türkiye’nin bir ucu da olsa oraya gitmeli, hatırladığım, gerçek olan şeylerle yaşamalıyım, kısa bir süre de olsa. Hoşça kal, kendine iyi bak ve hayatın tadını çıkar çocuk.”
Genç kadının gözleri dolu dolu oldu. Pastanın üzerinde yanan mum alevinin dansı dışında odada bir hareketlilik kalmamıştı. İçi endişeyle ezildi. “Ah be baba,” diyebildi.