Hiç gitmediğim yüksek mahallelerin eteklerinde, en çok da çıkmaz sokaklarında, kendime rastlıyorum. Deniz ertesi günlerde buluşuruz diye sözleştiğimiz, zamanın ipi koptuğu için denkleşemediğimiz vakitlerde, bir dağ yamacına oturup denizin ortasında yapayalnız kalmış vapurları seyrediyoruz.
Bırakamıyorum, kalabalıkların arasında yüzünü aramayı. Her kalabalığın ortasına fütursuzca dalıyorum, yüzünü görürüm umuduyla. Göremiyorum. Ölünce soluksuz kaldım ben, canhıraş ayakta kalamadım sen gibi. Gücünü oradan anlıyorum senin, sabırla çıkarılmış suretini.
Ağrı iniltilerimle ve kedimle, üç adımda biten odanın içerisindeyim. Sakın yalnız olduğumu düşünmeyin. Ellerinin sıcaklığını hissettiğim deniz taşları, yüreğinin şefkatini hissettiğim notları yanı başımda, yastığım değil tanık olan ağrılarıma.
Yeryüzünde gecikmişliğin ilacı yokmuş, geç kalmış bir tesadüf bu yüzden erkence çekti gitti belki de. Yine de, her şeye rağmen, iki kelam edince, adımı sesince duyunca dağılıyor, kalbimi kaplayan kara bulutlar, az da olsa renk değiştiriyor.
Gitmediğim yüksek mahallelerde, çıkamadığım yokuşlar gibi yalnızlık. Birkaç zamandır böyle sürüp gidiyor. Kuşluk vaktinde, gün batarken, güneş bütün sıcaklığıyla saldırırken tepelerden buluştuğumuz her yerde yoktun sen. Bunlara rağmen, bütün bunlara rağmen biliyorum: Bir köşebaşında denk gelsek seninle, bir sokak arasında, göz kırpımı bir süre kadar değse gözlerimiz birbirine, oracıkta gözlerimizle, bakışlarımızla sarılırız birbirimize.
Ağrı iniltilerim ve ıkınmalarımın arasında yaptığın çorbanın tadını çekiyorum burnuma. Ne yaparsam yapayım Selim Işık'ın Günseli'ye yazdığı "Veda Mektubu"na ilişiyor ellerim, gözlerim her nasıl oluyorsa oraya doğru kayıyor. Tekrar tekrar okuyorum. Oğuz Atay'a kulak veriyorum sonra yeniden: "Hayatlarıyla yanlış olanların ölümleriyle doğru olmalarına imkân var mıdır?"
Bilmem kaçıncı mektubun arasına sıkışıp seni düşünüyorum. Mektupların arasına sıkışıp, kelimelere sırtımı yaslarsam beni unutmaz, beni beklermişsin gibi geliyor. Belki de sadece umut ediyorum. Umudun bir adı varsa, unutmanın, sevmenin, özlememenin, saatlerce oturup sohbet etmenin... Hepsini yeniden düşünüyorum ve hepsi tek bir yere çıkıyor: sana.
Bir imla bozukluğu olan ben, kelimelerin şefkatine sığınıp yazıyorum tüm bunları. Bıraktığın izlere bakıyorum, onları düşünüyorum. Bir parkta bana olan hoşlantını söylediğin kelimelerin dişinde bıraktığı izlere, uzun ve dikkatli bakışlarının yüzde bıraktığı izlere, deniz taşlarının ellerimde bıraktığı kesik izlerine...
Ucuz şarapların izleri kurudu masada, geniz yakan tütünlerin kokusu çıkmadı odamdan, kedinin tüyleri hâlâ yatağa desen çiziyor belli belirsiz. Sen gelmiyorsun. Yarın yine sözleştik, yine bilindik yerlere gidip birbirimizi bekleyeceğiz, yarın yine buluşacağız biliyorum. Ama sen gelmeyeceksin.
"İzini sür yolun, acının ormanı büyütür insanı
vakit geniştir, ufuk sandığından daha yakın
acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun,
ustası olacaksın içine gerdiğin tellerin
hangi sızıyla titrer içinde, hangi sesle
büyük bir aşk, hangi sesle ölür, bileceksin."
-Birhan Keskin, İz
Celali
2021-08-07T22:57:24+03:00Çok teşekkür ederiz, destekleyici yorumlarınız için.
H. Nihan
2021-08-07T21:19:27+03:00Cümleleriniz bana çok dokunuyor... Bu anlamın, içtenliğin dokunmamasının da imkanı yok herhalde. Var olun.