Varlığım yarım yamalak sürüyor yine.
Rüzgarın sesini duymaya çalışıyorum, Infante'nin tablolarına seninle baktığımız gibi bakmak. Metruk hanlarda verilen çayların tadını almaya, Nazım'ın dizelerini eski heyecanla okumaya çalışıyorum.
Vazgeçiyorum yavaş yavaş, ismimi sesince duymaktan. Bir kadının bir erkeği terk ediş biçimi, erkeğe aşkının gerçek olduğunun sağlamasını yapar mı hiç? Benim öyle oldu. "Gidişinin ertesinde oluşan boşlukla onun değerini anladım" gibi az gelişmiş, alışılmış bir anlam çıkartmayın bu söylediğimden. Tam o'nun gitme anında, gözlerim kan çanağına dönmüşken yani, boğazım düğüm düğümken, ellerim boşlukta onun yüzünü çiziyorken; gidişiyle yani, aşık olduğumu anladım. Başkası böyle gitmemişti hiç, böyle nahif, böyle düşünceli, bu kadar yakın söylememişti hiç kimse uzak kalacağımızı. "Ne olurdu kokunun fotoğrafı olsaydı..."
Sevgili "Eftelya", sonsuz bir kimsesizliğe mahkum edildim. Kafamın içinde birbiriyle dövüşüyor düşünceler. Senin tuttuğun taraf kazanır gibi oluyor, "Tamam," diyorum dudaklarımı oynatmadan, "iyileşeceğim." Sonra... Sonra, hayatın gerçekliği, 35 derecede duvarların soğukluğu çarpıyor yüzüme, kelimeler işte orada anlamlarını, derinliklerini kaybediyor. Hiçbir şey kazamamış oluyorum içimde. Seni buluyorum sonra tekrar ve tekrar. Yok! Burada bahsetmeyeceğim sana dair bulduklarımdan. Kelimeler hak ettiği derinliğe layık olsun diye kazıyorum, sonradan fark ediyorum. Elimdeki çay kaşığıymış...
Gece olsun istiyorum. Yok bu kadar basit değil. Gece sarsın istiyorum beni. Gecenin ilk kararttığı yerler çukurlar olurmuş. Çukurda kalmak, çukur olmak istiyorum. Yıldızları görmek için değil geceyi arzulamam. Onları senin yoluna sermek için bekletiyorum. Ay da değil, senin gözlerin olmadan yanımda, bakmayacağım ona da. Sevgiyi, güveni ve bunu şimdi söyleyebiliyorum; aşkı, senin suretinde yarattım. Her gece çıkarıp ona bakıyorum, kimseler görmeden. Sonra, babam geliyor aklıma. Müsvedde olduğum, kamburum, babam... Açmadığın telefonunda tam senin sesini dinlerken üstelik aklıma geldi biliyor musun? Hiç gelmediğin pencerenin önünde çiçekli elbisene tebessüm ederek bakarken üstelik.
Sonsuz mahkumiyetimiz var belki de "baba" kelimesinde. Bitmek bilmeyen uzun şiirler, sonu gelmez tiratlarmış babalar bizde.
Zaaflarımız da babalarımız gibi bir bakıma. Sevmeye mecburuz. Mahkummuşuz gibi. Zaaflar eksiklikler, hatalar, yanlışlar doğuruyor. Eksiklikler, hatalar, yanlışlar ağır bedellere yol açıyor. Ağır bedeller; hayattaki en gerçek şeyi kopartıyor, bıçak kesiği gibi. "Bıçakla ölen çabuk soğur." derler. Soğumuyor. Öldürmediğimiz, öldüremediğimiz, düpedüz öldürmek istemediğimiz için belki de.
Tamamlanmamış dizelere, söylenmemiş kelimelere, sigara dumanlarına sonra, çay buharlarına asıyorum kendimi. Sana etmeye kalkıştığım fakat tamamlayamadığım cümlelerin ayak tıpırtılarıyla irkiliyorum, tam dalacakken uykuya. Yürüyüşlerinin ritmini dinliyorum ayıldıktan sonra, bir sigara daha yakıyorum. Gözlerimin altında, uykusuzluktan ortaya çıkan küçük torbalar, hayallerle dolu.
Sevgili "Eftelya", sanırım karar verdim: Yaşayarak intihar edeceğim.
"Bütün pencerelerde bekleyen benim,
Ve
O çalmayan bütün telefonlarda
Aylardır konuşan da.
Kabul.
Bir kez yolda karşılaşalım
Onunla da avunacağım.
Adımı sesince duymaktan vazgeçtim,
Sesini duysam, susacağım.
Yel esiyor ama
Değirmen dönmüyor.
Kuraklık bu.
Adın ekmeğe dönüşmüyor…"
-Turgut Uyar, Bütün Pencerelerde Bekleyen Benim
Celali
2021-08-05T16:30:35+03:00Teşekkür ederim...
H. Nihan
2021-08-05T15:58:01+03:00O hissi öyle başarılı bir şekilde vermişsiniz ki garip bir buruklukla okudum. Kaleminize sağlık.