Her köşebaşında kendine rastlamaktan yoruluyor insan. Bu kadar biriktirdiği insanı, nasıl birden kaybediyor? Akıl alacak gibi değil.


"Her şey biter," demiş Turgut Uyar, "bir yanlışlık daima kalır." Günler sürecek suskunluğumu, sürmesi gereken kimsesizliğimi kâğıtların üzerine hapsetmeye karar verdim. Kim bilir yanlışlık daima kalsın da unutması kolay olmasın diye belki de. En sevdiğim yazarları, en özel şairleri tekrardan okuyorum. Yanlış anladığım bir şey olmalı. Yoksa bu kadar yanlış yapar mıydım?


Oğuz Atay'ı tekrardan alıyorum elime, korka korka. Kendimi çok açıklamaya çalışmıyorum. Tehlikeli Oyunlar'ı başka türlü anlamaya çalışıyorum. Walter Benjamin şöyle demişti: "Aslında, hikâyeyi açıklama katmadan anlatabilmek, anlatma sanatının yarısı eder." Gözlerinin değdiği her dizenin saçları var, onları okşuyorum. Kâğıdın griliğine benzetiyorum saçlarını. Denizden topladığın, ince ve nahif bir düşünceyle getirdiğin taşları ellerin bildim. Dokunmadan çıkmıyorum evden. Ateşli bir sabır besliyorum. Nurdan Gürbilek'e kulak veriyorum yeniden: "Çoğunluğu çoğunluk yapan sadece birlikte konuştukları anlar değil, birlikte sustukları anlardır."


Hep derdim ya: "Bir sessizliği büyütüyoruz seninle." Ben demedim aslında; Cansever, seni görmüş de yazmış yıllar öncesinden. Gülüşünü görmüş, o anlamlı susuşunu.


Yaptığım hataların toplamına eşit değilim. Daha fazlayım. En dipteyim. Daha da dibi görmek için kazıyorum.


Tarihi kütüphanelere dalıyorum, Kız Kulesi'ne dokunacak kadar yakın olan fakat ulaşılamayan o bankta, allak bullak olmuş bir suratla oturuyorum. Yanımda olsan konuşturmaya çalışırdın beni. Yoksun. Doğru olan da bu belki de. Diğer türlüsü olmazdı. Sen aşkın, güvenin, gülümsemenin kanıtıysan biraz da haklıyım yılgın ve kederli olmakta. Dudakların çünkü dudak değildi elbette; uzun cümleler kurduğu için kapanmayan, durup dinlenmeden açılan bir gülün yapraklarıydı.


Her yalnızlık büyütür seni bundan sonra. Her yalnızlık sabır ekler heybeme. Değişim, dile alınmayacak, ifade edilemeyecek kadar nahif şimdi. Korkutmuyor bu beni. Her aşk başka şey öğretirmiş. Ben sende diğer aşkların aşk olmadığını öğrendim. Ve sabretmeyi öğreneceğim. Yaramın üzerine tuz serpiliyormuş gibi hissetsem de elindeki suyu istemeyeceğim senden. Sen buna değersin. Sen kolay sevdaların kadını değilsin, biliyorum. Ucuz sözcüklerin, uydurma lafların hiç değil.


Avutmasına izin vermiyorum artık hiçbir şeyin kendimi. Rakı bardaklarının, çay bardaklarının, dibindeki anasonu kurumaya bıraktım, özledikçe kokluyorum. Ayın altında, denize sıfır masada gözlerinin kapanarak gülümsediği fotoğrafa bakıyorum. Kuşkusuz "Aşk, senin emeğindir," diyorum kendime kendime. Yarası her geçen gün kanayan, o yarayı vahşice yalayan bir hayvan gibi yavaş yavaş, iyileşmeyi bekliyorum. Ağza alınmayacak kadar nahif olan o sözcüğü, değişimi, ağzıma almayacağım günü bekliyorum. Senden habersiz seninle buluşuyorum; geçen gün sarıldım sana, ellerin birbirine dolaştı heyecandan, ne yapacağını şaşırdın yine. En sevdiğimiz masada iki çay söyledim. Miden kötüydü, içemedin. Yine bu buluşmada elimi tutmadın.


Saçının her rengi bir sözcüğü büyütüyor bilmiyorsun. Hepsini not alıyorum, hepsini anlatacağım sana bir gün. Bir gün...


"Kan iz sürüyor. Koyulaşıyor ayrılık.

Anlamına çalışmakta yılanlı kuyu.

İçimizde büyüyen bir uzaklık gibi deniz.

Çürümeye başlayan gecede artık yalavuz

kucaklaşırken ne kadar sivriyiz birbirimize

bir suçuz kocaman öpüşürken

dokunulmaz yarayız kendimize."

Veysel Çolak